ABD / USAGÖRÜŞ / OPINION

ABD Seçimleri ve Trump’ın Muhtemel Dönüşü Sonrası Dünya’yı Ne Bekliyor? – M. Evren Eken

Okuma Süresi: 7 dk.
image_print

ABD 5 Kasım 2024’te başkanlık seçimlerine gidiyor. Her ABD seçiminin önceki seçimlerden farklı bir öneme sahip olduğuna dair açıklamalara alışkın olsak da bu seçimin hem ABD hem de dünya siyaseti için keskin değişimlere neden olması çok mümkün. Bunun üç nedeni var: 1) Amerikan toplumunun hem iç hem de dış siyasete bakış açısında ciddi bir güvensizlik ve yeni arayışlar sözkonusu. 2) Dünya siyaseti her zaman olduğundan daha karmaşık, daha kutuplu ve daha kızgın. 3) İkinci bir Trump yönetiminin böylesi bir ortamda seçimden zaferle çıkması oldukça muhtemel. Üstelik Trump bu sefer çok daha güçlü. Bu yüzden ABD seçimlerini iç politika açısından kişisel rekabet ve etnik unsurlar gibi etmenlerin, dış politika açısındansa realist/liberal karşıtlığının ötesinde değerlendirmek gerekiyor. Zira dünya siyasetini ciddi bir biçimde etkileyecek yepyeni bir yapılaşmanın karşımızda olduğu çok açık. 

Uzun ikna çabalarının sonunda mevcut Başkan Joe Biden 21 Temmuz’da seçimlerden çekilme kararı aldı. Her ne kadar bu durum Demokratlar için yeni bir heyecan dalgası ortaya çıkardıysa da bu oldukça zayıf bir dalga. Biden’ın desteğini alan Başkan Yardımcısı Kamala Harris ilk 24 saat içinde 81 milyon dolar gibi bir destek topladı. Ancak zaman ve etkileyicilikten yana eksiklikleri olan bir aday. Başkan yardımcısı tercihi olan Walz’ın ise kendisine bu konuda ne denli yardım edeceği kuşkulu. Yine de anketlerdeki durum şu an için başabaş görünmeye başladı. Ancak ekonomi, sağlık, kişisel özgürlükler ve göçmenlere karşı tavır iki partinin temel ayrışma noktaları gibi görünse de giderek ayrışan Demokratları birleştiren esas unsur Trump korkusundan başka bir şey değil. Zira ABD altyapısı üstyapısını artık taşıyamaz durumda ve alışıldık söylemler insanları heyecanlandırmaya pek yetmiyor.

28,78 trilyon dolarla ABD halen dünyanın en yüksek GSMH’na sahip ülkesi. Ancak bu zenginlik toplumun her kesimine ulaşmaktan çok uzak. Film ve dizilerini izlemek ya da ABD’nin meşhur şehirlerindeki belirli alanlarla sınırlı turistik gezileri deneyimlemek bu durumu anlamak için yeterli değil. Her ne kadar Biden döneminde ekonomik göstergelerde iyileşmeler yaşandıysa da ulaşımdan sağlığa, suç ve şiddetten eğitime kadar temel insani güvencelere dair pek çok konuda ABD eski liberal demokratik söylemini destekleyemez halde. Bu söyleme göre dünya liberal demokrasiyle meritokratik bir ilerleme sağlayacak, eşit fırsatlara sahip bireyler yetenekleri ve çabaları ölçütünde yükselebilecekti. Oysa bu rüya gerçekleşmedi. Hem ABD’de hem de dünyada gelir ve güvence eşitsizliği uç düzeyde. Sistemin demokrasi mi yoksa plütokrasi mi olduğuna dair müthiş bir kuşku var. 2001 yılında başkan seçilen Bush’un ardından gelen Obama’nın “değişim” ve “umut” üzerine kurulu seçim sloganları nasıl tatmin edici bir gerçekliğe dönüşmediyse, Trump’ın ardından gelen Biden yönetiminin benzer vaatleri de havada asılı kaldı. Hatta Biden’ın uzun süre saklanmaya çalışılan sağlık durumu kurulu düzene olan itimadı daha da zayıflattı. Bugün Başkanlıktan temel kurumlara, partilerden büyük şirketlere kadar yaşanan bu itimatsızlık ve tatminsizlik de ABD’deki pek çok insanı müesses düzene karşı şüpheci davranmaya itiyor. Silah sanayii, silikon vadisi ve eğlence endüstrisi halen ABD’nin en büyük kozlarını teşkil etse de ABD toplumu her düzeyde dışlanmış, inancını yitirmiş prekaryalarla dolu. Kısacası kendini liberal demokrasi ve umudun yol göstericisi olarak ifade eden Amerikan rüyası ve anlatısı hem iç toplumdaki hem de dış toplumdaki cazibesini giderek kaybediyor. Demokratlarsa eski formüllerin ve anlatıların ötesine geçerek kendini yenileyememiş durumda.  

Trump tarafına baktığımızda ise çok daha coşkulu bir seçmen kitlesi karşımıza çıkıyor. Demokratların tersine Cumhuriyetçiler kendilerini Trump’ın kişiliğinde köktenci söylemlerle yeniden tanımlamış durumda. Bu süreçte, kendisini milliyetçi güdülerden çok vatanperverlikle tanımlamaya alışkın ABD’de Beyaz Hristiyan milliyetçiliğinin açık açık dillendirildiğini ve Trump’ın da özellikle Evangelist gruplar arasında bir kurtarıcı rolüne denk düşen duygularla karşılandığını görüyoruz. Hatta Trump’a yapılan suikast girişiminin ardından bu hisler daha da güçlendi. Geçtiğimiz hafta yaptığı adaylık konuşmasını dinleyen seçmenlerin kendinden emin bir hayranlıkla Trump’a nasıl baktıklarını görmek bunun bir örneği. Aynı etkinlikte sahneye çıkan Hulk Hogan’ın bahsettiği “Trumpomania” da bir ABD gerçeği. Neoreaksiyoner muhafazakâr grupların Trump etrafında örgütledikleri, akıldan ziyade hislere dayanan bu yeni siyasi gerçekliğin arka planı ise bu defa daha güçlü. Bu yüzden bu seçmenleri 2016 öncesindeki gibi eğitimsiz, akılsız, toplama kıtalar olarak gözardı etmek bir daha düşülmemesi gereken bir hata. 

Zira bugün bizi bekleyen Trump yönetimi, eski Amerikan sağından ve önceki Trump döneminden çok farklı. ABD siyaseti lider merkezli gibi görünse de her başkanlık dönemini tanımlayan ve siyasetine etki eden belirli düşünce kuruluşları vardır. Sözgelimi Heritage Foundation, Ronald Reagan’ın, Amerikan Girişim Enstitüsü de George W. Bush’un yönetiminde görev yaptı. Oysa ilk döneminde ne Trump’ın zihni ne de onu destekleyen gruplarınki pek çok konuda berraktı. Trump o dönemde daha çok kendine ters düşen mevcut yapıyla mücadele etti. Bunun içinde Demokratlar kadar Cumhuriyetçiler de mevcuttu. Ancak Trump oval ofisten ayrıldığından beri Washington’da onlarca yeni sağcı grup ve düşünce kuruluşu ortaya çıktı. Bu grupları bir arada tutansa oldukça varlıklı Conservative Partnership Institute (CPI) adlı bir ağ. CPI uzun zamandır Trump’ın ilk döneminde elinin altında bulunmayan bir kadroyu yeni dönem için hazırlıyor. Sıklıkla dillendirilen, hatta Trump’ın arasına mesafe koymaya çalıştığı Project 2025 bu işin sadece bir kısmı. Bu gruplar ABD’nin duymaya alışkın olduğumuz özgürlük kavramına tamamen ters düşecek bir iç yapılanmanın peşinde. Bu da aslında Bush döneminden beri karşımıza çıkan yürütmenin gücünü artıran ve güçler dengesini zayıflatan bir sürecin devamı. Ancak ABD Anayasa Mahkemesi 1 Temmuz’da Başkan’ın resmi hiçbir görevinden ötürü cezalandırılamayacağına hükmederek Trump’ın ve sonraki ABD başkanlarının elini oldukça rahatlattı. Zira bir ABD Başkanı’nın hangi işi resmi olarak yapıp yapmadığına dair ciddi bir bulanıklık söz konusu. Bu otoriterleşmenin dışında bir mutlakıyetçiliğin belirişi aslında. Hathaway’in belirttiği gibi, dünyanın geri kalanı için ABD Başkanları zaten hep kanundan üstündü, ancak bu defa bu durum Amerika’yı da kapsıyor

Dış politikadan iç politikaya akan bu sürecin yeniden dış politikaya nasıl akacağına bakmadan önce ise J. D. Vance ve bu yeni reaksiyoner muhafazakarlığın tabanından bahsetmekte fayda var. Zira Trump’ın Başkan Yardımcısı olarak seçtiği Ohio Senatörü Vance’i ve onun temsil ettiği dünyayı anlamak, yalnızca muhtemel Trump yönetiminin iç ve dış siyasetindeki önceliklerini görmek için değil aynı zamanda dünya siyasetine etki edecek yepyeni ve sert bir otoritaryanizmi anlamak için de önemli. 

40 yaşındaki Vance zorlu bir çocukluk geçirdiği Ohio’dan ABD Deniz Piyadeleri’ne katılarak ayrılan, ardından GI Bill ile Ohio Eyalet Üniversitesi ve Yale Hukuk’tan mezun olan biri. 2016’da yayınladığı “Hillbilly Elegy” adlı sonradan sinemaya aktarılan kitabı o dönemden beri Trump’a oy veren tabanı anlamak için kullanılıyor. Vance kitapta Kentucky’den Ohio’ya uzanan kökleriyle, Appalachia bölgesindeki sıradan Amerikalıların işsizlik, uyuşturucu, şiddet ve cinsellikle olan sorunlarını toplumsal ve kültürel etkileriyle değerlendiriyor. Aynı dönemde yayınlanan Arlie Russell Hochschild’in “Stranger in Their Own Land” kitabı da bu tabanı anlamak için önemli. Hochschild da benzer şekilde büyük şirketlerin çevresel atıklarla kirletip zehirlediği ABD’nin iç kesimlerindeki insanların sorunlarına odaklanarak “sıkı çalışan” sıradan beyaz Amerikalıların nasıl sola değil de sağa kaydığını ve kültür savaşlarına bakışlarını anlatıyor. Zira bu kesim, sorunun Cumhuriyetçi sağın en önemli finansörü olan şirketlerden değil, Amerikan rüyasına giden yolda pozitif ayrımcılıkla sıraya sonradan dahil olarak önlerini kesen azınlıklardan, göçmenlerden ve Demokratlardan kaynaklandığını düşünüyor. Servet düşmanlığı yerine servet hayranlığına sahip bu insanlar kendi topraklarında yabancı ve azınlık olarak kaldıkları duygusuyla yeni bir milliyetçiliğin akımına kapılmış durumda. Bu da kimlik siyasetinin tepkisel bir ters yüz edilişi aslında. Yani sıkı çalışmayla iyi yaşama giden yolda sıranın kendilerine de geleceğiyle ilgili bir sorunları yok. Aksine, Amerika’nın dünyanın en iyi ülkesi, Amerikalılığın en yüksek değer olduğunu, onlar gibi Beyaz Hristiyanların fırsat eşitliği söylemleriyle önüne geçen azınlıklar ve göçmenler tarafından güvencesiz yaşama terk edildiklerini düşünüyorlar. Trump’ın “Önce Amerika” söylemleri de bu yüzden kendilerini iyi hissettiriyor.  

Uzun bir süre boyunca Trump’a karşı çıkan hatta onu Hitler’e benzeterek “Kitlelerin Afyonu” olarak değerlendiren Vance, şu anda Trump’ın sağ kolu. Bu anlamda geçmişini saklamayan ve kendini zor bir hayattan yeniden üretmiş bir kişi olarak lanse eden bir isim. Dahası Trump kadar öfkeli ancak ondan çok daha sert düşünce eğilimlerine yatkın birisi. Yeni reaksiyoner muhafazakarlıkla olan ilişkisi de Bush döneminde sıkça duyduğumuz yeni muhafazakarcılıktan çok daha farklı. Nick Land’in başını çekip Karanlık Aydınlanma hareketi olarak adlandırılan ve aydınlanma geleneğinden doğan demokrasi, eşitlik, özgürlük gibi temel kavramlara karşı, göçmenleri zombi olarak değerlendiren ve soykırımın yerine daha insani önlemlerin getirilmesini dahi dillendiren bir köktenci düşünce akımı bu. Bu marjinal akımın hemen ana akım tartışmalara egemen olması mümkün değil ancak CPI içerisinde giderek güçlenen bu postliberal siyasal düşünce ABD’nin temel söylemlerine baştan aşağıya karşı bir orta çağı barındırıyor. Liberal düşüncenin düzensizleştirdiği toplumu yeniden düzene sokmanın bir aracı olarak ortaya çıkan bu öfkeli ve sert düşünceyi destekleyenler arasında Vance’in sponsorluğunu yapan Peter Thiel gibi büyük teknoloji şirketi sahibi isimler var. Bu yüzden ABD’nin geleceğine postliberal tekno-otokrasi olarak bakılıyor ve Elon Musk ve Peter Thiel gibi isimler Trump’a destek veriyor

Dolayısıyla “Önce Amerika” söyleminin, ABD’nin dış politikada izolasyoncu bir politikaya döneceği yanılsamasını ortaya çıkarmaması gerek. Tersine bu açıktan bir tektaraflılık anlamına geliyor. Çünkü uluslararası sistemi kapsayıcı ve dayanışmacı kılmak ABD için artık büyük bir yük olarak düşünülüyor. Bu yüzden iç ve dış yardımların giderek azalacağı, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş uluslararası sistemin ana kurumlarının daha da işlevsizleşeceği, serbest ticaretin sınırlanacağı, dolayısıyla devletlerin yalnızca mevcut gücü oranında daha fazla güç için açıktan mücadele etmesini sağlayacak insan ve çevre sömürüsü dahil hiçbir kuralla sınırlanmayacağı, önünde herhangi bir engel bırakmayan emperyal bir düşünce kalıbı bu. Keza bu mantık ABD’nin kendi kurduğu uluslararası sistemin ve bunu destekleyen liberal söylemlerin ABD’yi güçten düşürdüğü iddiasıyla, anarşinin açıktan kabul edileceği, bunun için gerekli iç toplumsal hiyerarşinin keskinleştirilmesine çalışılacağı, akla dayanan sebep-sonuç ilişkileri yerine güdülmüş duygularla tatmin edilerek toplumsal düşmanlıkların açıkça yaşanacağı bir ortam öngörüyor. 

Trump ve Vance’in dış politikadaki temel odakları ise öncelikle Meksika ve Çin kaygısı. Meksika sınırına duvar ören Trump, daha sert tedbirleri de talep ediyor. Bu grup giderek güçlenen Çin’in sınırlandırılması için de özellikle Avrupa ülkelerinin kendi güvenlikleri için daha fazla çaba sarfetmeleri gerektiğini düşünüyor. Ukrayna-Rusya savaşının sonucu ise onları ilgilendirmiyor. Kuvvetlerini Pasifik’e yönlendirmek isteyen bu ekip, Ukrayna’nın taleplerini desteklemek yerine savaşın çabucak gerekirse Rusya’nın lehine bitirilmesini istiyor. ABD’nin ekonomik olarak korkmadığı Rusya ile askeri bir çatışma riskindense, bu tehdidi Avrupa’nın göğüslemesiyle, ABD’nin Pasifik’e odaklanabilmesinin önünü açmayı hedefliyorlar. ABD’nin bu anlamda Rusya ile esas sorun alanı Arktik’teki alan mücadelesi. Önceki yönetimlerin Orta Doğu’ya yönelik politikalarını eleştiren ikilinin bu konudaki tek istisnası ise İsrail. Her ne kadar Gazze konusunda Biden bir soykırıma ortak olmakla suçlansa da Trump için Biden İsrail’i sınırlandırarak Hamas’ın elini güçlendiren isim. Bu anlamda “Önce Amerika” söylemi, “İsrail İstisnasıyla Önce Amerika” olarak dillendiriliyor. 

Kısacası ABD için çok taraflılık politikasının tarihi sapmalarla dolu. Hatta bu durum seçici çok taraflılık olarak da adlandırılıyor. ABD’nin çok taraflılık politikasındaki sapma Trump dönemiyle belirginleşip Biden döneminde düzeldiği varsayıldı. Ancak geleneksel olarak ABD yönetimlerinin çok taraflılığa şüpheci, seçici ve pragmatik bir şekilde yaklaştığı çok açık. ABD’nin küresel yönetişim ve uluslararası örgütleri doğrudan etkileyen çok taraflılık politikasındaki tutarsızlıklar Trump dönemine has ve dönemsel bir durum değil, aksine izolasyonist ve istisnacı hatta gelişen otoriteryan geleneğin bir yansıması olarak devamlılık içeren bir durum. Muhtemel bir Trump yönetiminde ise bu kavramın adının dahi pek anılmasına ihtiyaç duyulmayabilir. Bu durumsa Trump’ın kişiliğinde ya da basit bir realizm/liberalizm dikotomisinde değil, sistemin kendi ürettiği gerginliklerle beliren, sistemden bireye ve bireyden yeniden sisteme akan yepyeni bir yapılaşma sürecinde aranmalıdır. 

Öte yandan Trump’ın seçimi kazanması muhtemel ancak kesin değil. Zira tarih sürprizlerle doludur. Daha düşük bir ihtimal olsa da Harris ABD’nin ilk kadın başkanı olarak karşımıza çıkabilir. İzleyip göreceğiz. Ancak kim kazanırsa kazansın ABD içinde yükselen reaksiyoner muhafazakâr dalgayı iyi analiz etmek gerekiyor.  


Mehmet Evren Eken, Süleyman Demirel Üniversitesi

M. Evren Eken Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi lisansının ardından sırasıyla Hacettepe Üniversitesi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Technische Universität Chemnitz, SOAS ve Sussex Üniversitesi’nde Sanat Tarihi, Sosyoloji, Jeopolitik ve Uluslararası İlişkiler alanlarında lisansüstü çalışmalarına devam etmiştir. Aynı zamanda Cambridge Üniversitesi Judge Business School/MIT Enterprisers’da girişimcilik eğitimi almıştır. Ardından, Londra Üniversitesi, Royal Holloway Koleji, Coğrafya Bölümü’nde Görsel Kültür ve Savaş Çalışmaları üzerine yaptığı tez ile doktora çalışmalarını tamamlamıştır. Temel ilgi alanları arasında Askeri Sosyoloji, Toplumsal Teori, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Eleştirel Jeopolitik, Savaş Çalışmaları ve Görsel Kültür bulunmaktadır.


Bu Yazıya Atıf İçin: Mehmet Evren Eken, “ABD Seçimleri ve Trump’ın Muhtemel Dönüşü Sonrası Dünya’yı Ne Bekliyor?”, Panorama, Çevrimiçi Yayın , 9 Ağustos 2024, https://www.uikpanorama.com/blog/2024/08/08/abd-mee/


Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.

İlgili Yazılar / Related Papers

Kaiseki - Ahmet Işık Aykut

Tevatür Podcast: Bölüm 18

Suriye’de Rusya da Yenildi mi? - Doğaçhan Dağı

Tarih Konuşmaları: Reformasyon ve Araştırma Yöntemleri - Oğulcan Çelik

İlginizi çekebilir...
Oppenheimer, Nolan ve Savaşları Bitiremeyen Silahlar – M. Evren Eken