Futbol Hiçbir Zaman Sadece bir Oyun Olmadı; Spor-Siyaset İlişkisi -Yeniden- Mustafa Aydın
21. yüzyılın ilk dünya
kupası 31 Mayıs-30 Haziran 2002’de Japonya ve Güney Kore’de yapıldı. Bu Asya
kıtasında yapılan ilk finallerdi. Daha önce turnuva dünya futbolunun güçlü
merkezleri Avrupa ile Güney Amerika arasında gidip gelirdi. Fakat, 1990’ların
ortasında dünya futbolunun yönetim organı FIFA kupa finallerini üye konfederasyonlar
arasında daha ‘adilane’ dağıtma kararı aldı. Bunda FIFA’nın yeni üyelerle genişlemesi
ve onların arzuları kadar, FIFA başkanlığı seçimlerinde yeni üye oylarına talip
adayların siyasi yatırımları da rol oynamıştı.[1]
Bu gelişme siyasetin dirsek
temasını sürekli hissetmiş olan futbolun kendi siyasallaşmasının ulaştığı
noktaya işaret ediyordu. Zaten dünya çapında bir ay süreyle 50 milyon’a yakın
kişinin yakından takip ettiği, sadece TV yayın haklarının 1,2 milyar İsviçre
Frangına mal olduğu turnuvalar düzenlettirebilen bir ‘oyun’un siyasallaşmaması
mümkün değildi.[2]
2002 Dünya Kupası iki
ülkenin ortaklaşa düzenlediği ilk futbol turnuvası oldu.[3] Mayıs
1996’da ülke seçimleri yapılırken son ikiye kalan Japonya’nın kendilerinden daha
şanslı olduğunu gören Güney Koreli yetkililer, turnuvayı kendilerinin düzenlemesinin
Kore yarımadasının birleşmesine katkıda bulunabileceğini ileri sürdüklerinde
bu, Dünya Kupasının ‘sadece bir spor olayı’ değil, ‘dünya barışına hizmet eden’
bir olgu olduğunu göstermek için FIFA’ya kaçırılmayacak bir fırsat sunmuştu. O
zamanki yönetmeliklere aykırı olmasına rağmen, kapalı kapılar ardında sürdürülen
pazarlıklardan sonra turnuva Japonya ve Güney Kore’ye verildi.
İki ülke arasındaki gergin
tarihi ilişki ile ekonomik, sosyo-kültürel ve siyasi farklılıklar dikkate
alındığında, tarafsız gözlemciler ortak Dünya Kupası düzenlemenin işbirliğini
geliştirmekten ziyade bölgesel farklılıkları vurgulamasından endişeleniyorlardı.
Nitekim, iki ülke belirli maçların nerede oynanacağından, turnuvanın nasıl
adlandırılacağına kadar en ince ayrıntılarda fikir ayrılıklarına düştüler. Öte
yandan, Güney Kore temsilcisinin 1 Nisan 2001’deki basın açıklamasında vurguladığı
beklentiler turnuvanın ‘sadece bir spor organizasyonu’ olarak görülmediğini açıkça
ortaya koyuyordu: ‘Dünya Kupası ülke ekonomisinin düzelmesinde ve geleceğe
güvenimizin tekrar kazanılmasında çok önemli psikolojik bir rol oynuyor…Daha da
önemlisi, 2002 Dünya Kupasını ortak düzenleme tecrübesi Kore ile Japonya’yı ve bölgesel-sosyal
farklılıkları çözerek [tüm] Korelileri bir araya getirebilir’.[4]
Olumsuz görüşlerin aksine, beklentilerin
yoğunluğu aradaki farklılıkların aşılmasını sağladı ve 2002 Dünya Kupası ciddi
bir sorun yaşanmadan gerçekleştirildi. Bu arada dikkatli gözlerden kaçmayan turnuvanın
adının (ev sahibi ülkenin adını öne yazmak suretiyle) maçın yapıldığı ülkeye
göre değiştiği ve Güney Kore’nin adı söz konusu olduğunda ‘Güney’ ifadesinin
kullanılmayarak tek bir ‘Kore’ imajının verildiğiydi.
Öte yandan, ABD’ye yönelik
11 Eylül saldırılarıve takip eden
gelişmeler 2002 Dünya Kupasını güvenlik açısından daha önce hiç olmadığı kadar
hassas hale getirmişti. 13.000’i aşkın katılımcısı (32 Milli Takım, FIFA
temsilcileri, medya çalışanları v.b.) ve 3,5 milyonu aşan ziyaretçisiyle
turnuva teröristler ve protestocular için arzulanır bir hedefti.
Bu çerçevede, 1998’de
Fransa’da yaşananlarla[5]
ABD basınında çıkan futbolun El-Kaide söylencesindeki yeriyle ilgili haberler, ev
sahibi ülkelerin holiganlarla mücadelede tecrübesizlikleriyle bir araya gelince,
2002 finalleri kısa sürede büyük bir güvenlik sorununa dönüştü. Sorunu aşmak
için iki ülkede sıkı güvenlik önlemleri alındı: Japonya holiganlarla mücadele
edebilmek için özel silahlar geliştirirken,[6]
ABD’nin grup maçlarını oynadığı Güney Kore’de stadyumlar çevresinde uçuşa yasak
bölgeler ilan edildi.
Terörizm riski nedeniyle
2002 Dünya Kupası sigorta konusunda da sorunlar yaşadı. Turnuvayı 590 milyon
Sterlin’e sigortalamayı taahhüt eden AXA
artan terör saldırısı ihtimali üzerine bu teklifini geri çekince, FIFA son anda
başka bir şirketle (National Indemnity –
ABD) anlaşmak zorunda kaldı.[7] Ayrıca
turnuvaya katılan takımlara aldıkları ekstra önlemler için fazladan 5,5 milyon
Sterlin ödemede bulunuldu. FIFA başkanı Sepp Blatter’in ifadesiyle bu ‘şimdiye
kadar düzenlenen en pahalı Dünya Kupası [oldu]: İki Dünya Kupası maliyetine bir
Dünya Kupası’.[8]
Futbol, örneğine belki de
savaş dışında başka hiç bir sosyal olayda görülemeyecek oranda, katılımcıları
ve izleyicileri arasındaki yaş, cinsiyet, kültür ve sosyal sınıf
farklılıklarını aşarak benzer duyguları harekete geçiren bir olgu. Günümüzde spor,
teknoloji, siyaset ve ekonomin aşırı içiçeliğinin en iyi örneklerinden birini
teşkil eden futbolu artık hiç kimse ‘sadece bir oyun’ olarak görmüyor. Futbolun
küresel etkisi ve ticari çekiciliğini fark eden ABD bile geleneksel karşıtlığını
bir kenara bırakarak 1994’te Dünya Kupasına ev sahipliği yaptı, ardından 1996’da
ulusal ligini (Major League Soccer)
kurdu.[9]
Küreselleşmeyle birlikte
spor-politika-ekonomi üçgeninde giderek artan karşılıklı bağımlılık, diğer hiç
bir sporda (hatta herhangi bir kültürel olguda) olmadığı kadar siyaseti
etkileyebilmesi ve siyaset için kullanılabilirliğiyle futbolda çok daha rahat
gözlemlenebiliyor. Ayrıca, izleyicilerinin özellikle milli maçlarda kendi
ülkeleri hakkındaki duygularını etkileme gücüyle futbol, yirminci yüzyılın son
çeyreğinde bilişim teknolojisindeki devrimsel sıçrama sayesinde evrensel
bağımlılığa ulaşmış durumda. Bugün dünyanın en ücra köşelerine ulaşan uydu
antenleri sayesinde Manchester’ın İngiltere’de bir şehir olduğundan bihaber
insanlar Manchester United taraftarı
haline gelebiliyor ve takımın yıldızı, İngiltere Milli Takımı’nın kaptanı David
Beckham’ın heykeli Bankok’ta bir Budist tapınağında kendine yer bulabiliyor.[10]
Kısaca, aynı anda hem
devrimciler hem diktatörler tarafından kullanılabilen hem oligarşinin hem anarşinin
sembolü olabilen, hem eğlendiren hem acı veren, hem halkları uyutan hem ayaklanmalar
başlatabilen bir kültürel-sportif olgu olarak futbol, spor-politika-ekonomi
üçgenindeki ulusal, bölgesel ve uluslararası etkileriyle akademik açıdan
derinlemesine araştırılması gereken bir ‘oyun’.[11]
Latin Amerika’da Futbol-Siyaset İlişkisi
Futbol-siyaset etkileşimin
en iyi gözlemlenebildiği bölge hiç kuşkusuz futbolun ‘modern bir inanç
sistemine’ dönüştüğü, ‘futbol savaşının’ gerçek savaşa yol açabildiği Latin
Amerika: 1969’da Honduras’la El Salvador, iki ülke yönetimleri futbolu kendi
başarısızlıklarını örtmek için milliyetçiliği körüklemekte kullanınca, 100
saatten az süren bir savaşta karşı karşıya gelmişlerdi.[12]
Sömürgelikten
büyük oranda 19. yüzyılda kurtulan Latin Amerika’da futbol, 20. yüzyıl’da milliyetçiliğin
içselleştirilmesinde, ulus-devlet söyleminin oluşturulmasında ve siyasal-kültürel
kimlik arayışlarında katalizör oldu ve kısa sürede tüm sosyal grup ve sınıfları
birleştiren ‘milli spor’ haline geldi. Latin Amerika’nın derin gelir uçurumları
ve karmaşık etnik yapısının ortaya çıkardığı sosyal-siyasal-ekonomik adaletsizliklerde
futbol, ulusal gurur veya yasta tüm farklılıkları ortadan kaldıran sosyal
eşitleyici rolünü oynadı. Kısaca Latin Amerika futbol aynasında karmaşık sınıf,
ırk, kültür ve cinsiyet farklılıklarına dayanan kimliklerden farklı, daha
pozitif, sorunsuz ve kucaklayıcı bir kimlik tanımlaması buldu. Özellikle
uluslararası alanda mücadele eden milli takımlar her bir devlete halkının
özdeşleşebileceği, geçmişin acıları ile günlük hayatın baskıları ve sonu gelmez
askeri rejimlerin şiddetinden uzak ulusal kimlikler sağladı.[13]
Özellikle Brezilya ve Peru
gibi etnik açıdan farklılıkların yoğun olduğu ülkelerde futbol ortak ulusal
bilinç oluşturulmasında (yada hayal edilmesinde) vazgeçilmez bir yere sahip oldu.[14]
Bu ülkelerde toplumun milli takımdan veya uluslararası alanda başarılı olan kulüp
takımlarından beklentileri, halka ve yöneticilere potansiyel ve mevcut ulusal
farlılıkları ortadan kaldıran, buna karşılık dışsal farklılıkları vurgulayan,
ortak amaçlar sunuyor. Bu da futbolu, özellikle baskıcı rejimlerin elinde farlılıkları
ortadan kaldırmak için kullanabilecek bir araç haline getiriyor.[15]
Latin Amerika’da futbolun siyasiler
ve otoriter askeri rejimlerce halkın desteğini sağlamak ve meşruiyet elde etmek
için kullanılması efsanevi boyutlara ulaşmış durumda. Tarihsel olarak
sosyalist, faşist, otoriter veya liberal demokratik rejimlerin hepsi varlıklarını
korumak ve ‘diğer’lerinden üstünlüklerini hem ülke içine hem de uluslararası
alanda kanıtlamak için futbolu kullanmışlardır. Üstelik, sadece oyunun kendisi
değil, oynandığı mekanlar da ‘faydalı’ yapılar haline gelmiştir. Normal
zamanlarda ulusal bilinci güçlendirecek gösterilere sahne olan stadyumlar,
savaş zamanında esirlerin, içsel gerilimlerde ise siyasi muhaliflerin
gözaltında tutuldukları, hatta infaz edildikleri kamplara dönüşebilmektedir.[16]
Latin Amerika’da siyasilerin
futbolu kendi çıkarlarına nasıl kullanmaya çalıştıklarını görmek açısından en
uygun ülke Arjantin. Daha önce iki Dünya Kupası kazanan ve 2002 Dünya Kupasına
giderken derin bir ekonomik krizle mücadele eden Arjantin, 2002’de Fransa’yla
birlikte kendisine en çok şans tanınan iki ülkeden biriydi. Fakat her iki
takımda birinci turu aşamadı, ama Arjantin halkının turnuvanın en azından ilk
iki haftasında ülkenin ekonomik durumundan çok milli takımın başarısıyla ilgilendiğine
kuşku yok.
1994’te mülti-milyoner Mauricio
Macri zor durumdaki Boca Juniors
takımını satın aldığında Arjantin’de bile pek dikkati çekmemişti. Fakat Boca Juniors’u kısa sürede Latin Amerika’nın
en başarılı takımı haline getirdikten sonra adı Buenos Aires vali adayı olarak anılmaya
başladığında, artık herkes Macri’den söz ediyordu. Seçimler yaklaşırken Peso’nun hızla değer kaybetmesiyle
birlikte Aralık 2001’de patlayan ekonomik kriz ülkenin siyasi geleceğini
belirsizliğe sürüklerken, kısa sürede sokaklara hâkim olan halk 15 gün içerisinde
dört cumhurbaşkanı ve kurdukları hükümeti devirdi. Siyasetçiler, onlarla
yakından bağlantılı bankacılar ve ülkeyi krizin eşiğine sürüklemek, hatta
uçurumdan aşağı itmekle suçlanan IMF aleyhine gösteriler kısa sürede tüm ülkede
kamu düzenini ortadan kaldırdı. Böylece IMF’nin ve uluslararası finansal kuruluşların
1990’lardaki yıldızı Arjantin bir anda failed
state’e dönüşmüştü.[17]
Bu dönemde ülke çapına
yayılan gösterilerde halkın, arkasına İ
Basta! (Yeter!) yazılı mavi-beyaz çizgili milli takım formasını
giymeye başlamasıyla, Arjantinli olmanın elde kalan son gururu -milli futbol
takımı- da protestolara dahil edilmiş oldu.[18] Arjantin
Milli Takımı yaklaşmakta olan Dünya Kupası finallerine hazırlanırken, ülkede
henüz siyasi bir görevi olmayan Macri Nisan 2002’de Washington’da Kongre üyeleri
ve Federal yetkililerle Arjantin’in içine düştüğü yıkımı değerlendiriyor, Arjantin’de
ilk ‘futbol cumhurbaşkanına’ giden yolu açıyordu.[19] Böylece
halk Arjantin’de milli takımı protesto aracı olarak kullanırken, Macri de siyasetçilerin
gözden düştükleri ortamda futbolu kullanarak iktidara gelmeye çalışıyordu.
Bu futbolun Arjantin’de
siyasete ilk alet edilmesi değildi. 1978’de Arjantin ev sahipliğini yaptığı Dünya
Kupasını kazandığında, ülkeyi baskı altında yönetmekte olan darbeci general Jorge
Rafael Videla halkın ilgisini mualiflerin uğradığı işkencelerden ve aniden ‘kaybolmalarından’
milli takımın canlandırdığı milliyetçi duyguları körükleyerek uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bunda o kadar başarılı oldu ki, final gecesinde kayıpları unutan halk tek vücut
halinde sokaklardaydı: ‘Radikaller Peronistlerle, Katolikler Protestanlar ve
Yahudilerle sarmaş dolaştılar. Sadece tek bir bayrakları vardı: Arjantin
bayrağı’.[20] Aynı hava dört yıl sonra Arjantin ile İngiltere
arasındaki kısa süreli Falkland Savaşı sırasında da ortaya çıktığında, yaşanan
duygular o kadar aynıydı ki, 1978’in resmi dünya kupası şarkısı (Vamos, vamos Argentina) savaş için
yeniden ortaya çıkarılmıştı.[21]
Videla aslında sadece
kendinden önce ülkeyi yönetenlerden, özellikle Peron’dan öğrendiklerini uyguluyordu.
Arjantin’in efsanevi halkçı diktatörü Juan Domingo Peron, futbolun ülkeyi elde
ve halkı memnun tutmak için vazgeçilmez olduğunu daha iktidarının ilk yıllarında
farketmişti. Daha önce toplumsal yapılarca yönlendiren futbolu (ve diğer
sporları) 1946’da iktidara gelir gelmez kurumsallaştıran (devletleştiren!) Peron,
her bir kurumun başına yakın adamlarını atadı. Ardından taraftarı olduğu Racing Club takımına 11 milyon dolar
vererek hâlâ kullanılan Juan Domingo
Peron Stadyumu’nu inşa ettirip, kulübün onursal başkanı oldu. Peron bu
yatırımının karşılığını siyasi destek olarak geri aldı. Bugün bile Racing Club takımın taraftarları
takımları sahaya girerken Peron Marşı’nı
okuyorlar.
Bununla yetinmeyen Peron,
iktidarının ilk yıllarında Arjantin milli takımlarının uluslararası başarılarından
sonra halk arasında gelişen ‘her alanda en iyi oldukları’ inancını korumak ve
olası bir hezimete uğramamak için Arjantin’in uluslararası karşılaşmalar (1950
ve 1954 Dünya Kupaları dahil) yapmasını yasakladı.[22] II.
Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın benzer bir uygulamasından örnek alan Peron,
önce Arjantin’in sporda kazandığı başarıları kendi yönetiminin becerisi olarak
sunmayı, ardından da koyduğu yasakla ‘dünyanın en iyisi’ oldukları imajını
rekabetin olmadığı bir ortamda neredeyse on yıl korumayı başardı.
Arjantin’in diktatörleri futbolu
kendi çıkarlarına kullanarak imajlarını geliştirmenin ve halktan gerçekleri saklamanın
öncülüğünü yaptılarsa da, 1989’da çok farklı bir ortamda Peronist partinin
lideri olarak iktidara gelen Carlos Menem de onlardan aşağı kalmayarak tutuğu
takımın formasıyla mitingler düzenledi. Öte yandan, siyasilerin futbolu sürekli
kullanma çabaları Arjantin’de futbolcuların da giderek siyasi duyarlılık
kazanmalarını beraberinde getirdi. 2002 itibariyle Arjantin Milli Takımı ‘dünyanın
tümüyle solcu [oyunculardan oluşan] tek takımı’ olmakla övünüyor, maçlarına FIFA
kurallarına aykırı olarak grevdeki öğretmenleri ya da işçileri destekleyen pankartlarla
çıkıyorlardı.[23]
Avrupa’da Siyaset ve Futbol
Dünyada her yerde liderler
futbolla yakından ilgilenip kendi çıkarlarına kullanmaya çalışıyorlar. Bunun en
iyi örneklerinden birisi 1986’da büyük bir medya patronu olan Silvio
Berlusconi’nin tuttuğu takımı (1979’dan beri rüşvet skandallarıyla çalkalanan
zor durumdaki AC Milan) satın
almasıyla başlayan süreçtir. Berlusconi’nin yönetiminde Milan düzene girdi,
zenginleşti ve 1989’da Avrupa Şampiyonluğuna uzandı.
Ardından Berlusconi adını
İtalya’da çok tutulan bir futbol sloganından alan Forza İtalia partisini kurarak, adaylarını İtalyan Milli Takımı
oyuncularının lakabıyla (Azzurri)
lanse etti ve 1994’de ülkenin başbakanlığına uzandı. Berlusconi’nin Avrupa’da
tepeye taşıdığı AC Milan, karşılığında İtalya’da Berlusconi’yi tepeye taşımıştı.[24]
Elbette fakirlik ve baskı
arttıkça futbolun siyasetteki önemi de artıyor. Dünya kupasına katılmak Belçika,
İsveç veya ABD’de önemli siyasi sonuçlar doğurmazken, Batı demokrasilerinde
bile futbolun ayrı bir yeri var. Milli takımlar milletlerin ruhunu yansıtan
sosyal olgular. O nedenle, insanların milli takımlarının nasıl oynaması gerektiğini
tartışırken kullandıkları ifadeler genellikle ülkelerinin nasıl olması
gerektiği konusundaki düşünceleri hakkında bize ipuçları veriyor.
Örneğin İngiltere’de 2000’li
yıllara girerken futbol tartışmaları siyasi tartışmalara paralel gelişmişti. Siyasiler
pound’un yerine euro’yu kabul ederek gelenekleri terkedip etmemeyi tartışırken,
futbol tartışması da geleneksel uzun pas-çok koşan takıma dayanan İngiliz ekolünün
yerini bireysel yeteneklere dayanan Avrupa ekolüne bırakması gerekip
gerekmediği tartışmasına odaklanmıştı. Sonuçta Euro tartışmasından İngiliz para primi yara almadan çıktı ama
futbolda İngiliz ekolünün kaybettiği kesindi. İngiltere Milli Takımı’nın teknik
direktörlüğünü yürüten ‘son İngiliz’ 1970’lerin yıldız oyuncusu Kevin Keagan, takımı
ezeli rakip Almanya’ya yenilince Ekim 2000’de istifa ettiğinde, bir anlamda İngiliz
ekolünün yenilgisini de ilan etmişti. Keagan’ın yerine takımın başına getirilen
İsveçli Goran Eriksson akıcı-akılcı futbol oynatarak Eylül 2001’de Almanya’yı
Münih’de 5-1 yendiğinde İngiltere’de tişörtlerde derhal ‘Münih 1-5: İki Dünya
Savaşı ve Bir Dünya Kupası’ sloganının belirmiş olması da net şekilde siyasiydi.[25]
Bu arada Tony Blair iktidara geldikten sonra 31 Temmuz 1997’de ülke
futbolunun sorunlarıyla ilgilenmek üzere eski muhafazakâr bakan David Mellor
başkanlığında bir Futbol Görev Gücü (Football
Fask Force) kurdu. Bazı yorumcular İşçi Partisi ve futbolun mükemmel bir
ikili oluşturduklarını, ‘Margaret Thatcher’ın değil de halkın partisinin [İşçi
Partisi] futbolun sadece bir oyun olmadığını fark etmesinin basit bir tesadüf olmadığını,
İşçi Partisi’yle profesyonel futbol arasında gözden kaçmayacak benzerlikler
olduğunu’ ileri sürdüler.[26]
Her ikisi de 19. yüzyılın sonuna doğru çalışan sınıflara umut sunmak üzere
doğmuş; her ikisi de varlıkları ve başarıları için kitle desteğine dayanmış;
yükseliş ve düşüşlerine rağmen, her ikisi de halkın arzularıyla yakından
bağlantılı kalmışlardı. Daha da önemlisi, her ikisi de 1980’lerde zor dönemeçlerden
geçtikten sonra 1990’larda başarıyı yakalamışlardı.
Kendini yenileyen İşçi Partisi gibi, 1990’larda İngiltere’de futbol da
artık daha kozmopolit ve moderndi. Fakat futbol da Parti de bu yeni
özelliklerini köklerinden uzaklaşmalarına ve büyük oranda medyada yaratılan
imajlarla büyük iş-finans çevreleriyle ilişkiye girmelerine borçluydular. Bu
nedenle, futbolun artan medya profili ile İngiltere’de muhafazakâr hükümetlerin
futbola uzaklığı dikkate alındığında, İşçi Partisi’nin ülke futbolunun geleceği
konusundaki popülist tartışmalara girmesi kaçınılmazdı. Futbol Görev Gücü sadece aradaki ilişkiyi belirgin
hale getirmişti.
Görev Gücü’nün
amaçları arasında ülke futbolunda giderek artan ırkçılığı ortadan kaldırarak
etnik azınlıkların daha çok katılımını sağlamak, ‘sorun çıkartan İngiliz holiganlar’
imajını düzeltmek ve futbolda klasik İngiliz özelliklerini canlandırmak da
vardı. Öte yandan, artan yabancı oyuncu sayısının futbolla ‘ülkeye bağlılık’ arasındaki
bağlantıyı ortadan kaldırdığı endişeleri belirince, İngilizler 2002 Dünya
Kupasına giden yolda ülkeye yeni bir ‘kimlik’ ve İngiltere-futbol ilişkisine yeni
bir momentum kazandırabilmek amacıyla ‘Love
Football, love England’ gibi sloganlar üretmekten de geri kalmadılar.[27]
Yine de ne Keagan’ın istifasından sonra 2012’ye kadar aralıksız yabancı
teknik direktörlere teslim edildiği dönemde, ne de o günden bugüne (Kasım 2022)
kadar takımı yöneten İngiliz teknik direktörler gözetiminde İngiltere Milli Takımı
halkın beklediği başarıya -Dünya veya Avrupa Kupası’nda şampiyonluk- ulaşamadı.
Hiç kimse sokaktaki İngiliz futbolseverleri bunun ülkenin dünya siyasetindeki
güç kaybıyla alakası olmadığına ikna edemez.
Diktatörlerin Futbol Aşkı
Karl Marx’ın meşhur ifadesinden
yola çıkarak futbolun yöneticiler tarafından kalabalıkları yönlendirmede kullanılan
‘halkların afyonu’ olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.[28] Bu
kapsamda tüm siyasiler futbolla ilgilidir, ama özellikle diktatörler asla uzak
duramazlar.[29]
Dönemin milli takım teknik
direktörü Vittorio Pozzo’ya 1938 Dünya Kupası finalleri öncesi gönderdiği kısa
‘kazan yada öl’ telgrafıyla hatırlanan Benito Mussolini sürekli olarak 1934 ve
1938’de Dünya şampiyonu İtalyan Milli Takımı yıldızlarıyla pozlar verirdi.[30]
Mussolini’nin aksine, oyunun sonucunun önceden kestirilememesi (O her şeyi
açıklayan muhteşem ifadeyi unutmayın: ‘Top Yuvarlaktır’!) Naziler açısından çok
rahatsız ediciydi.
O kadar ki Alman Milli
Takımı 1941’de İsviçre’ye 2-1 yenildiğinde Propaganda Bakanı Joseph Goebbels Nazi
liderliğine ‘sonucun şüpheli olduğu hiç bir spor karşılaşmasına’ gidilmemesini önermişti.
Bir yıl sonra bu sefer Berlin’de İsveç’e yenildiklerinde Goebbels, ‘100 bin
kişi stadyumu depresyonda terketti; [Üstelik] bir futbol maçında kazanmak bu
insanlar için doğuda bir şehrin fethinden daha önemli…bu tür faaliyetler
moral çıkarı gereği yasaklanmalı’ diyerek Almanya’nın uluslararası
maçlar oynamasına engel oldu.[31]
Nazilerin
aksine, İspanya’da koyu bir Real Madrid
taraftarı olan Francisco Franco doktorlarının itirazlarına rağmen 1974 Dünya
Kupasının tüm maçlarını seyrederek ölümünü hızlandıracak kadar futbol hastasıydı.[32]
Futbolu sevdiğinden çok komünizmden nefret eden Franco, İspanya’nın 1960’taki
ilk Avrupa Milletler Kupası’na katılmasına kurada çıkan Sovyetler Birliği’yle oynamasını
istemediği için izin vermemişti. O yıl kupayı SSCB kazandı. İspanya totosu quiniela’yı da iki defa kazanan (!) Franco,
Real Madrid’le o kadar özdeşleşmişti
ki, İspanya liginde Franco’nun Real
Madrid’iyle o dönemde el süremediği ve Katalan milliyetçiliğinin sembolü
haline gelen Barcelona FC arasındaki
‘kan davası’ bugün bile devam ediyor.[33]
Daha yakın
dönemde, Romanya’da Nikolay Çavuşesku ülkenin son Komünist diktatörü olarak siyaseti
kontrol ederken, ailesinin üyeleri de farklı kulüplerle özdeşleşmişti. Yönetimi
bir darbeyle devraldığı 1979’dan 2003’te ABD işgaliyle iktidarına son verilene
kadar Irak’ın başında bulunan Saddam Hüseyin’in oğlu Uday tüm Milli Takım
oyuncularını 1998 Dünya Kupası baraj maçını kaybettikleri için falakaya
yatırmasıyla hatırlanıyor. Benzer şekilde, Nijerya’da
Sani Abacha’yı
başında bulunduğu askeri rejimin siyasi baskılarının yanı
sıra, 1996
Atlanta Olimpiyatlarında milli takım altın madalya kazanınca ülkede ulusal
bayram ilan etmesiyle, Hırvatistan’daki Franco Tujman rejimini de Bosnalı Müslümanlara yönelik etnik temizlik girişiminin
yanı sıra, Dinamo Zagreb/HAŠK-Gra anski/Kroatia
Zagreb kulübünü siyasi çıkarlarına alet etme çabalarıyla hatırlıyoruz.
Tujman’ın
yakın arkadaşı ve destekçisi Zlatko Canjuga’yı Hırvatistan’ın en popüler kulübünün
başına getirilmesi de[34]
kulübün adının yukarıda üç farklı şekilde verilmesi de tesadüf değil: İktidarda
olduğu süre içerisinde halk desteğini arkasında tutmak için her şeyi deneyen
Tujman, futbolu da gözardı etmeyerek, halkın duygularına seslenmek amacıyla
eski Yugoslavya’nın
meşhur Dinamo Zagreb kulübünün adını birkaç kere değiştirdi. Aralık 1999’da ölümünden
birkaç ay öncesine kadar kulübün adının yeniden ‘Dinamo’ olarak
değiştirilmesini önerenlere vatan haini damgası vuruluyordu, çünkü Tujman’ın ifadesiyle,
Dinamo ‘Tiran, Kiev ve Pan evo’nun [Belgrad civarında bir şehir] futbol takımlarının
adı; her zaman Hırvatlığın sembolü olmuş olan bizim takımımızın adı olamaz’. Ölmeden
birkaç gün önce partisinin geleceğinden endişelenen Tujman, Canjuga’ya ‘Hırvat
halkıyla yeniden bütünleşme uğruna’ takımın adını tekrar Dinamo’ya çevirme
talimatı verdi, ama bu da Tujman sonrasında iktidarın muhaliflerin eline
geçmesine engel olamadı.[35]
Siyasal Başkaldırı Aracı Olarak Futbol
Liderler futbolu kendi
amaçlarına uygun kullanmaya çalışıyorlarsa da futbolu sadece kendilerine
saklama lüksüne sahip değiller. Çünkü futbol kolaylıkla halklar tarafından
liderlere karşı kullanılabilen, özellikle kendini ifade etme yollarının tıkandığı
üçüncü dünyada hızla protestoların ifadesi haline gelebilen bir araç.
1999 tarihli bir ABD
Dışişleri Bakanlığı raporuna göre Libya’da ‘yönetime karşı kamuoyu memnuniyetsizliğinin
son açık gösterisi’, 9 Temmuz 1996’da Tripoli’deki bir maçta verilen penaltı
kararından sonra çıkan karmaşaydı. ‘Ülkedeki nadir halk protestolarından birisi
Kaddafi’nin oğlunun desteklediği ve hakemin lehine kararlar verdiği takım
tartışmalı bir gol atınca başladı’. Taraftarlar Kaddafi karşıtı sloganlar
atmaya başlayınca Kaddafi’nin oğlu ve korumaları halkın üzerine ateş açtı ve halk
sokaklara döküldü. Olaylar yatıştığında hükümet 8 kişinin öldüğünü kabul
ederken, çeşitli kaynaklar 50’ye ulaşan rakkamlar veriyorlardı.[36]
Babasını İtalyan takımı
Juventus’un hisselerini satın almaya ikna eden Kaddafi’nin futbol hastası oğlu al
Saadi, sadece Al Ahli takımını
destekleyip finanse etmekle yetinmiyor, aynı zamanda takımı için oynuyordu da.
Bu durum, Al Ahli stadyumunu ülkede onbinlerce kişinin biraraya gelerek
kendilerini tehlikeye atmadan rejimin sembollerinden birini protesto edebilecekleri
tek mekân haline getiriyordu. Örneğin 2001 yılında 10 numaralı forma
giydirilmiş bir eşek sahaya itildiğinde herkes onun kimi temsil ettiğini anlıyordu.[37]
Futbolun Libya’dan daha
fazla siyasette etkili olduğu bir diğer Orta Doğu ülkesi 90’lı yıllarda ‘futbol
devrimiyle’ sarsıldığı söylenen İran. Her şey Kasım 1997’de Dünya Kupası elemelerinde
İran Milli Takımının Avustralya’yla karşılaşmasıyla başladı. İran’ın finallere
katılma hakkını elde ettiği maçın ardından yasak olmasına rağmen kadınlar stadyuma
girerek kutlamalara katıldı; bazıları rejimin simgelerinden birisi haline gelen
başörtülerini çıkardı; daha da önemlisi hükümetin uyarılarına aldırmayan
binlerce kadın ve erkek sokak partilerinde dans edip ‘zaferi’ kutladılar.[38] Muhafızlar Konseyi
Başkanı Ayetullah Ahmet Jannati’nin maçı ‘siyasi zafer’ olarak tanımlaması İran
yönetiminin futbolu nasıl gördüğünün iyi bir örneği: ‘Takımımız yenilseydi,
düşmanlarımız bizim devleti yönetmekten aciz olduğumuzu düşünürdü. Bu nedenle
elde ettiğimiz sonuç siyasi bir zaferdir’.[39] Bu kutlamalardan bir ay sonra gittiğim Tahran’da hâlâ
o geceden, arabaların üzerinde eşarplarını sallayan kadınlardan ve silahlı
müdahalenin her an bir halk ayaklanması başlatmasından çekinen yönetimin
güvenlik güçlerine müdahale etmeme talimatı verdiğinden bahsediliyordu.[40]
Sakin geçen dört yılın
ardından 2001 sonbaharında İran yine Dünya Kupası finallerine katılma hakkı
kazanabilecek gibi gözüktüğünde sokak partileri yeniden başladı. İlk başta
taraftarlar ulusal gururu yansıtırken, bazı şehirlerde kalabalığın devlet
bankalarına ve diğer devlet binalarına ‘mollalara ölüm’ sloganlarıyla
saldırmaya başlamaları bu sefer durumun daha farklı boyutlar alabileceğine
işaretti. Hatta devrik Şah lehine sloganlar bile atıldı. Günlerce süren
gösterilerde yüzlerce kişi gözaltına alındı. Sonunda İran’ın Dünya Kupası
finallerine katılma şansı normal şartlarda rahatlıkla yenebileceği Bahreyn
maçına kaldı. Dünya kupasıysa muhtemelen haftalarca sürecek sokak partileri ve
gösteriler demekti. İran Bahreyn’e 3-1 yenildiğinde Tahran’da ‘molların
oyuncuları yenilmeye zorladıkları’ söylentileri yayılınca ülkede huzursuzluk yine
arttı. Bahreyn maçının ardından Kasım’da İrlanda’yla baraj maçı oynamaya hak kazanan
İran Tahran’daki maçta şansını kullanamayınca stadtaki ‘dev Humeyni portresinin
altında oturan taraftarlar oturakları kırıp ateşe verdiler, ülkenin ileri gelen
liderlerinin resimlerini yırttılar ve dışardaki yüzlerce arabanın sileceklerini
kırdılar’.[41]
Türkiye’de Futbol ve Siyaset
Tüm dünyada
siyasetle arasında bu kadar yakın bağlantı olan futbolun siyasi etkisinin fark
edilmesi Türkiye’de Cumhuriyet öncesine uzanır. Kurthan Fişek’e göre II. Abdülhamit kalabalıklardan
çekindiği ve spor da kalabalıkları çektiği için kitlesel spor yapılmasına izin
vermemiş, ‘top oynayanların eşek sudan gelinceye kadar dövülüp dağıtılmasını’
buyurmuştu.[42]
İttihat Terakki ise futbolu halkı etkilemenin aracı olarak kullanmak
istemiş, Talat Paşa dönemin güçlü takımı Fenerbahçe’yi kontrol altına alamayınca
1910’da İngilizlerin kurduğu Progress takımını
devralarak adını 1914’te yükselen ‘Türkçülük’ akımının etkisiyle Altınordu
olarak değiştirmişti. Takımın isim babası Ziya Gökalp’ti. Fakat, Paşanın tüm
çabalarına karşı ‘iktidar takımı’ 1913-14 sezonunu ikinci olarak kapatınca,
Altınordu’ya geçmeyenleri cepheye gönderme tehdidiyle Paşa rakip takımları çökertip
güçlü bir devşirme takım kurdu. Böylece Altınordu savaşın son iki yılında
şampiyon oldu, ama Cumhuriyet’ten sonra devlet desteğini kaybedince önce 1924’te
ikinci lige düştü, ardından da 1941’de Fenerbahçe’ye katıldı.[43]
Öte yandan, İttihat Terakki’nin savaş yıllarında Almanya’dan örnek
alarak kurduğu, sporla siyasetin bir arada yapıldığı, Harbiye Nezareti’ne bağlı
bir tür paramiliter oluşum olan ‘Osmanlı Genç Dernekleri’ Genel Müfettişliği
görevine 1916’da Mustafa Kemal getirilmişti.[44]
Bu görev dolayısıyla Mustafa Kemal futbolla da ilgilenmiş, İstanbul’dan
ayrılana kadar çeşitli kulüplerle temasta olmuştu. Cumhuriyet’in kurulmasından sonraysa,
profesyonel futbolun sadece İstanbul’da oynanmasından rahatsız olan Atatürk’ün isteğiyle
Ankara’da Behçet Kemal Çağlar başkanlığında Güneş-Ateş Kulübü kuruldu. Devletin
kulübe desteği o kadar açıktı ki, liseli öğrencilerin kulüplerde oynamaları yasaklanarak
dönemin güçlü takımı Galatasaray’ın önü kesilmeye çalışılmıştı. Fakat tüm bu çabalar
halkın desteğini kazanamayan Güneş-Ateş’in başarılı olmasını sağlayamadı; Kulüp
Mustafa Kemal’in vefatının sonra elde ettiği 1955-56 Ankara Ligi ikinciliğiyle
yetinmek zorunda kaldı.[45]
Türkiye’de futbolun
İstanbul’un dışında da yaygınlaşması ve 1958-59 sezonunda Türkiye Ligi’nin başlamasıyla
siyasetin futbola ilgisi de arttı. 1980’lere gelindiğinde Arjantin’de askeri
liderler ‘halkı uyutmak’ için futbolu kullanırken, Türkiye’de iktidardaki
generaller de başkentin Birinci Futbol Lig’inde temsilcisinin olması gerektiğine
karar vererek, 1980-81 sezonunda Türkiye Kupasını kazanan Ankaragücü’nü Birinci
Lige terfi ettirdiler. Bu halk arasında Arjantin’deki kadar yankı uyandırmadıysa
da dönemin devlet başkanı Kenan Evren iktidarda olduğu sürece, adını 1981’de
kendi seçtiği ünvana uysun diye Devlet
Başkanlığı Kupası olarak değiştirttiği Cumhurbaşkanlığı
Kupası karşılaşmalarına hep katıldı. 1981’de Evren’in himayesinde yapılan
ilk kupa finalinde o yılın Lig Şampiyonu Trabzonspor’u 1-0 yenen Ankaragücü
kendisini birinci lige çıkartan Evren’in elinden kupasını aldı. Bu arada
Türkiye’nin siyasi yapısını yansıtacak şekilde 1981-1984 arasında Başbakanlık Kupası karşılaşmaları
oynanmadı. Dönemin başbakanının kendi adına bir kupa düzenlenmesini
gerektirecek konumda olmadığı anlaşılıyordu.
Türkiye 1983 seçimleriyle
tekrar demokrasiye dönüş yoluna girerken, Trabzon’da Mehmet Ali Yılmaz futbol
kulübü başkanlığına soyunuyordu. 1988-89 sezonu hariç 1991’e kadar aralıksız
görev yapan ve 1997-2000 döneminde tekrar yönetime gelen Yılmaz, takımı
devraldığı ilk yıl şampiyonluğa taşıdıktan sonra şehirde elde ettiği desteği
kısa sürede siyasi avantaja dönüştürerek önce milletvekili, ardından da spordan
sorumlu Devlet Bakanı (1991-1994) oldu. Yılmaz’ın açtığı yoldan ilerleyen Sefa
Sirmen (İzmit, 1989-2002; Kocaelispor, 1991-2002) ve Celal Doğan (Gaziantep,
1989-2002; Gaziantepspor, 1993-2002) şehir kulübü başkanı-belediye başkanı
bağlantısını kurdular. Gerçi Sirmen ve Doğan önce belediye başkanı, ardından kulüp
başkanı oldularsa da, kulüp yönetiminde gösterdikleri başarılarla belediye
başkanlığı seçimlerinde gösterdikleri başarılar elele gitti.
1990’ların sonunda PKK
terörizmine karşı milli birliğin vurgulanması gerektiğinde hükümetin ilk aklına
gelen çözümlerden birisi Avrupa’da başarılı olan Galatasaray’ı Diyarbakır’da
oynamaya yönlendirmekti. Nitekim, bölgede maçlar oynayan Fenerbahçe ve
Galatasaray sadece spor sayfalarında değil, gazetelerin siyasi köşe yazılarında
da kendilerine yer buldular. Öte yandan, PKK terörünün yoğun yaşandığı yıllarda
stadyumlar ülkede milli birliğin temsil edildiği yerler haline geldi ve FIFA’nın
aksi düzenlemelerine rağmen, oynanan her karşılaşma öncesinde İstiklal Marşı
okunması geleneği yerleşti.
1990’lı yıllarda Türkiye’de
milliyetçiliğin yanı sıra siyasi İslam da geleneksel ilgi alanı olan uzak doğu
sporları ve güreşe futbolu ekleyince, bir anda tribünler taraftarların farklı
el işaretleriyle siyasi konumlarını gösterdikleri alanlara dönüştü. 28 Şubat
döneminde ise tribünler ‘Türkiye laiktir, laik kalacak’ sloganlarıyla yankılandı.
Futbol-din ilişkisi daha sonra 2002’de Dünya Kupası’na giden Milli Takım’da bir
tarikat (FETÖ) yapılanması olup olmadığını sorgulayan Tuncay Özkan tarafından gündeme
getirildi.[46]
Türk siyasetinde bazı siyasetçiler tuttukları takımları açıkça ortaya
koydularsa da uzun yıllar tutulan takım olarak ifade edilen genel tercih ‘Milli
Takım’ oldu. En sık rastlanan uygulama seçim dönemlerinde miting için her gün farklı
şehirlere giden siyasetçilerin ilgili şehrin futbol takımının kaşkolünü takarak
şehirde dolaşmalarıdır ki bu da temelde kimseyi ikna etmez.[47]Fakat
bu durum, ters taraftan, futbolun siyaset tarafından etkilenmediği ya da siyasetin
futbolu kontrol etmeye çalışmadığı anlamına gelmiyor. Zira futbol o kadar
güncelimizin içinde ki özellikle erkek nüfus arasında iş ve siyasetten fazla
konuşulan bir alan.[48]
Türkiye Kıbrıs meselesi dolayısıyla da uluslararası
futbol politikasında kendi payına düşeni tattı. 1934’te kurulan Kıbrıs Futbol
Federasyonu 1955’e kadar Türkler ile Rumlar arasında çıkan görüş ayrılıklarıyla
sorunlu bir şekilde devam ettikten sonra, Türk takımları 1955’te Klisenin ve
EOKA’nın baskıları sonucu federasyondan ihraç edildi. Bunun üzerine her iki
toplum ayrı federasyonları ve liglerini kurarak karşılaşmalara devam etti. Her
ne kadar 1948’de FIFA üyeliği için iki toplum birlikte başvurmuş, ardından da 1960
Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası uyarınca iki topluma kendi spor etkinliklerini ayrı
yapma hakkı verilmişse de Rumlar FIFA’ya tekrar tek yanlı olarak başvurduklarında
bu başvuruları kabul edildi. Dolayısıyla, 1955’ten bugüne kadar Kıbrıs Futbol
Federasyonu çatısı altında sadece Rum takımları mücadele etti ve dışa karşı
temsillerde hep onlar bulundu. KKTC kulüpleri ise 1975 Temmuz’unda FIFA’nın izniyle
özel karşılaşmalar yapmaya başladılar. Fakat tüm uğraşlara rağmen KKTC,
Rumların engellemeleri nedeniyle henüz UEFA ve FIFA üyeliğine alınmadı.[49]
Amerika’da Soccer:
Olmak yada olmamak
Dünyada futbol heyecanının
kitleleri harekete geçiremediği tek ülke ABD. O kadar ki pek çok Amerikalı tüm
dünyayı çılgına çeviren futbol’un ABD’de oynanan football’la alakası olmadığı, aslında diğerlerinin soccer oynadıklarını öğrendiklerinde
şaşkınlığa düşüyor. ABD futbolunun bir başka ilginç yönü dünyada kadın futbolunun
daha fazla ilgi çektiği, daha başarılı olduğu ve futbolun daha çok kadınlarca oynandığı
tek ülke olması. O kadar ki ABD Kadın Milli Futbol Takımı 1991, 1999, 2015 ve 2019’da
Dünya Şampiyonu ve 1996, 2004, 2004 ve 2012’de de Olimpiyat Şampiyonu oldu.
Fazla paranın
dönmediği, şiddet içermeyen, kadın-dostu, basketboldaki gibi siyahi yıldızların
olmadığı ve daha çok orta sınıf beyaz kolej çocuklarının yaptığı bir spor dalı olarak
futbol, Amerika’da bir zamanlar beyzbol’un oynadığı role soyunuyor: ‘Üst-orta
sınıf muhafazakâr aile değerlerinin sembolü olma’. Fakat hâlâ ulusal düzeyde
geniş kitlere ulaşıp onları heyecanlandıran bir spor haline gelebilmiş değil. FİFA’nın
tüm çabalarına, 1994’te Dünya Kupasının ABD’de düzenlenmiş olmasına rağmen,
futbola ilgili özellikle Amerikan futbolu, beyzbol veya basketbolla
karşılaştırınca çok düşük düzeylerde kalıyor.[50]
Öte yandan, nasıl
ki 11 Eylül’den sonra ABD’de her şey terörizm ve teröre karşı mücadeleye
endekslendiyse, futbol tartışması da esas itibariyle bu yönüyle kendine medyada
yer buldu. Basına yansıtılan raporlara göre El-Kaide lideri Osama bin Ladin 1994’te
Londra’da geçirdiği üç ayda dört kere Arsenal takımını izlemeye gitmiş,
Sudan’a dönerken de kulüp mağazasından oğluna hediyeler almıştı. Basında bin
Ladin’in futbolun yarattığı heyecandan etkilendiği ve yakın çevresiyle konuşmalarında
sıklıkla futbola atıflar yaptığı da öne sürülmüştü. Gerçekten de Ekim 2001’de
ABD Savunma Bakanlığı’nın basına dağıttığı bir videoda bir Arap şeyhiyle 11
Eylül saldırıları hakkında konuşan bin Ladin’in iki defa futbola atıfta bulunduğu
görülüyordu. İlkinde bin Ladin bir yıl kadar önce birinin kendisine söylediklerini
aktarıyordu: ‘Rüyamda Amerikalılara karşı futbol maçı yaptığımızı gördüm. Bizim
takımın oyuncuları sahada gözüktüğünde hepsi pilottular’.[51] Anlaşılan
bin Ladin’in rüyasında el-Kaide oyunu kazanıyordu.
Aynı
görüntülerde bir başka el-Kaide mensubu televizyonda Dünya Ticaret Merkezine
saldırıyı ele alan bir programı izleyişini şöyle anlatıyordu: ‘Görüntüde oturma
odalarında Mısırlı bir aile vardı. [Saldırı olduğunda] mutluluktan havaya
uçtular. Hani biliyor musun, futbol maçı vardır da senin tuttuğun takım kazanır
ya, işte aynı o şekilde bir mutluluk gösterisi’.
El-Kaide-futbol
bağlantısında bir diğer gelişme ABD Kongresinin istihbarat örgütlerinin saldırıları
önlemek konusunda gerekli herşeyi yapıp yapmadıklarını araştıran komitenin
çalışmalarında ortaya çıktı. Soruşturma Komitesinin 19 Haziran 2002’deki oturumunda
edinilen bilgilere göre ABD Ulusal Güvenlik Ajansı (National Security Agency – NSA) saldırılardan bir gün önce el-Kaide
elemanlarının birbirlerine ‘büyük maç yarın’ şeklinde haber gönderdiklerini
kaydetmişti. Bu haberleşmenin nasıl elde edildiği konusunda basına herhangi bir
bilgi verilmedi, fakat meşhur echelon sistemi
tarafından kaydedildiğine şüphe yok. Öte yandan görüşme kaydedilmişti, ama
Arapça konuşmalar ancak 11 Eylül’den bir gün sonra tercüme edilerek
değerlendirilmeye alınabilmişti!
Futbolun
tarihi ABD’de kısa olmasına rağmen, ‘Büyük Şeytan’ ABD’nin 21
Haziran 1998’de Lyon’da İslam devriminden 20 yıl sonra İran’la oynadığı maç uluslararası
literatüre yeni bir terim kazandırdı: Futbol
Diplomasisi. Daha önce ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, ABD masa
tenisi takımını Pekin’deki turnuvaya göndermiş, orada yapılan dirsek
temaslarının ertesinde aniden Çin’le diplomatik ilişki kurmuştu. Bu nedenle ABD’nin
diplomatik ilişkisi olmadığı İran’la oynayacağı maç günler öncesinden tüm
dünyanın ilgisini üzerinde toplamıştı. Nitekim aradaki benzerlik, ‘Dünya
Kupası, politikacı ve diplomatların yapamadıklarını futbolun yapacağını
kanıtlamak açısından önemli bir fırsat. Belki Çin’le kurduğumuz masa tenisi
diplomasisi gibi İran’la da futbol diplomasisi kurabiliriz’ diyen ABD Futbol
Federasyonu Başkanı Alan Rothenberg’in gözünden kaçmamıştı.[52]
Zaten Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra ‘bekle gör’
politikası izleyen Washington, İran Milli Takımının elemelerde Avustralya
karşılaşmasından sonra ‘kadınların 19 yıldan beri ilk kez stadyuma girmelerine
müdahale edilmemesini ülkedeki genel liberalleşme trendi çerçevesinde algılamaktaydı.
Bu da Lyon’daki sahada gidip gelen meşin yuvarlağın iki başkent arasında mekik
dokuyan diplomatik bir top olduğunu ortaya koyuyordu’.[53]
Sonuç yerine
Bugün için bin
Ladin’in yaşayıp yaşamadığını ya da Dünya Kupası karşılaşmalarını izleyip izlemediğini
bilmiyoruz.[54] Fakat bin Ladin ve el-Kaide’nin
faaliyetleri dolayısıyla Dünya Kupası 2002’de tamamen farklı bir havada
oynandı. Elbette o dönemde herkes Dünya Kupasının (olimpiyatlarla birlikte) en
geniş kitlelere ulaşabilecek terör saldırılarının gerçekleştirilebileceği yer
ve fırsat olduğunun farkındaydı. Zira teröristler bile muhtemelen Dünya Kupası
karşılaşmalarını izliyorlardı…
O dönemden geriye
kalanlar arasında Arsenal tribünlerinde 11 Eylül’den sonraki aylarda çınlayan
bir şarkı-slogan da var:
‘Osama, whoa-oa-oa / Osama,
whoa-oa-oa /
He’s hiding
near Kabul / He loves the Arsenal /
Osama whoa-oa-oa’.[55]
(Osama OooooO
/ Osama OooooO
Kabil
yakınında saklanıyor / Arsenali seviyor /
Osama OooooO / Osama OooooO).
[1] 20 Kasım – 18 Aralık 2022 tarihlerinde Katar’da düzenlen
2022 Dünya Kupası bir Orta Doğu ülkesinde düzenlene ilk turnuva olacak. Adaylık
süreci ve Katar’ın ev sahibi seçilmesiyle ilgili bugüne kadar ortaya atılan çok
sayıda yolsuzluk iddiası, her ne kadar resmen kanıtlanmamışsa da FIFA Başkanı
Sepp Platter’in 2015 yılında İsviçreli yetkililerin 2018 ve 2022 turnuvalarına
yönelik yasal soruşturmaları arasında istifa etmek zorunda kalmasıyla futbolseverler
açısından büyük ölçüde teyit edilmiştir. Bkz. https://frontofficesports.com/the-most-expensive-world-cup-in-history/
.
[2] 2002 ve 2006 Dünya Kupasının yayın haklarını
FIFA’dan satın alan Alman KirchMedia grubu,
bu hakkını serbest piyasada FIFA’ya ödediğinin çok üzerinde bir fiyata
pazarlayarak iflastan kurtulmayı hedeflemişti. Bu kapsamda KirchMedia örneğin sadece İngiltere’deki yayın haklarının devri
için ITV ve BBC şirketlerinden 160 milyon sterlin aldı. Bkz. Sir
Norman Chester Centre for Football Research (Leicester University), Fact Sheet
No. 12: A History of FIFA and the World
Cup Finals 2002 in Japan and Korea, 2002, s. 14; ve Frankfurter Allgemeine (İngilizce baskısı), 29 Haziran 2002, s. 1. 2022
itibariyle bu rakamların 2 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. https://www.theguardian.com/football/2011/oct/27/fifa-broadcast-2018-2022-world-cups.
[3] O dönemde Türkiye ve Yunanistan da 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’na (EURO
2008) ortak ev sahipliği yapmak için başvurmuşlar ama Avusturya-İsviçre
ortaklığına kaybetmişlerdi. Takip eden yıllarda büyük spor faaliyetlerinin (olimpiyatlar,
dünya kupası vb.) artan maliyetleri nedeniyle bu tür etkinliklere ortak ev sahipliği
yapma uygulaması daha sık karşılaşılan bir yapıya dönüştü.
[4] A History
of FIFA and the World Cup Finals 2002 in Japan and Korea, s. 13-14.
[5] 3 Mart 1998’de Belçika’da 7
kişilik bir Cezayirli grubun yakalanmasıyla ABD takımına karşı saldırı planı
ortaya çıkınca Fransız polisi turnuva başlamadan iki hafta önce yaklaşık 100
kişiyi gözaltına alarak finallerin güvenlik içinde geçmesini sağlamıştı.
Teröristlerin El-Kaide tarafından eğitilmiş olduklarıysa çok sonra ortaya
çıktı. Bin Ladin’in biyografisini (Bin
Laden: Behind the Mask of the Terrorist, New York, Arcade Publishing, Inc.,
2002) yazan A. Robinson’a göre Bin Ladin, ABD takımına yönelik ‘planın
geliştirilmesi ve finansal destek sağlanmasına yardımcı oldu’. Robinson’a göre
15 Haziran’da İngiltere ile Tunus arasında oynanan karşılaşmada İngiliz oyuncuları
katletmeyi planlayan teröristler, ardından maçı otellerinde izleyen ABD
takımına saldıracaktı. O günlerde yazarın hayal gücünü biraz fazla zorladığını
söylemek mümkünken, 11 Eylül’den sonra El-Kaide’nin hayal gücünden artık kimse
şüphe etmiyordu. Bu kapsamda, Y. Bodansky (Bin
Laden: The Man Who Declared War on America, New York, Prima Publishing,
2001) daha da ileri giderek, bu başarısızlığın ‘uykudaki terörist ağları
harekete geçirdiğini’ ve Ağustos 1998’de 224 kişinin ölümüyle sonuçlanan
ABD’nin Kenya ve Tanzanya Büyükelçiliklerine saldırıların arkasında
El-Kaide’nin ‘esas operasyonda, [yani] Dünya Kupası saldırısında başarısız
olmasının da bulunduğunu’ ileri sürdü.
[6] İngiliz basınına göre özellikle Avrupalı
holiganlarla başa çıkabilmek için Japonlar ‘önleyici ağ’ atan 40 adet silah
satın almışlardı. A History of FIFA and
the World Cup Finals 2002, s. 16.
[7] http://FIFAworldcup.yahoo.com
.
[8] http://www.news.bbc.co.uk/sports.
Nihai maliyeti 7 milyar dolara ulaşan 2002 Dünya Kupası’ndan sonra 2006 ve 2010’da
Almanya ve Güvey Afrika 4,3 ve 3,2 milyar dolarlık turnuvalarla maliyetlere belli
bir kontrol getirdi derken, 2014 ve 2018’de sırasıyla Brezilya ve Rusya’da
düzenlenen turnuvalar 15 ve 11,6 milyar dolarlık maliyetleriyle tüm planları
alt üst ettiler. Katar’da düzenlenen 2022 Dünya Kupasının doğrudan turnuva ile
ilgili harcama planı 6,5 milyar dolar iken, turnuva öncesi planlan Ulusal
Vizyon 2030 projesi için öngörülen 200 milyar doları aşan yatırım nedeniyle şu
ana kadarki en maliyetli turnuva olacağı düşünülüyor. Bkz. https://frontofficesports.com/the-most-expensive-world-cup-in-history/
ve https://haberglobal.com.tr/spor/dunya-kupasi-kaca-mal-oluyor-kim-ne-kazaniyor-tek-kurus-harcamadan-203909.
[9] ABD’de soccer
olarak adlandırılan futbola uzak durulmasının, ‘spor aracılığıyla kendine
özgü bir Amerikan ulusal kimliği oluşturma endişesi’ ile ‘İngiliz ve Avrupa
kültürel etkisinden uzak…Amerikan tarzını tanımlayıp vurgulayacak bir oyun’
aranmasından kaynaklandığı ileri sürülüyor. D. Waldstein ve S. Wagg, ‘An
Un-American Activity? Football in US and Canadian Society’, Stephen Wagg
(der.), Giving the Game Away: Football,
Politics and Culture on Five Continents, Leicester, Leicester University
Pres, 1995, s. 73. Öte yandan, 1920’lerden 1940’lara kadar ABD’nin doğu
kıyılarında profesyonel futbol ligi varlığını sürdürmüştü. Bu sayede ABD 1930
ve 1934’teki ilk iki dünya kupasına katılmış ve ikincisinde yarı-finale kadar
yükselmişti. Futbolun ABD’deki geleneksel zayıflığı üzerine bkz. A. S.
Markovits, ‘The Other “American Exceptionalism” – Why is there no soccer in the
United States?’, Interational Journal of
the History of Sport, 7, 2, 1990, s. 230-264.
[10] S. Kuper, ‘The World’s Game is Not Just a Game’, The New York Times Magazine, 26 Mayıs
2002, s. 36.
[11] Futbolun özellikle sosyolojik yönü artan oranda akademik
ilgi görüyor. Artık sadece futbolla ilgili araştırma merkezleri kurulup,
akademik dergiler yayınlanırken, Internet’te (Google.com) 25 Haziran 2002’de yaptığım
kısa bir arama 1 dakikada 24 milyondan fazla (Football: 14.100.000, Soccer:
9.080.000, Futbol: 985.000) siteyi getirmişti. Aynı araştırmayı
14 Kasım 2022’de denediğimde karşıma 1 saniyenin altında 6,5 milyar civarında (Football:
3,600,000,000 – 0,63 sn., Soccer: 2,000,000,000-
0,59 sn., Futbol: 873,000,000 – 0,69 sn.) sonuç geldi. Bu durum, sporun siyaset
ve ekonomi ile ilişkilerinin yanı sıra günümüzde teknoloji ve iletişim ile bağlarının
da daha yakından çalışılması gerektiğine işaret ediyor.
[12] 6.000 ölü, 12.000 yaralı ve 50.000 kişinin ev ve
topraklarını kaybetmeleriyle sonuçlanan çatışmanın fakirlik, yoğun işsizlik, iç-dış
göçler, paylaşılamayan topraklar, toprak ağalarının baskısı, Amerikan United Fruit Company’nin çıkarlarıyla çelişen
toprak reformu gibi temel nedenleri için bkz. R. Kapuscinski, The Soccer War, Londra, Granta Boks,
1990; W. Durham, Scarcity and Survival in
Central America: Ecological Origins of the Soccer War, Stanford, Stanford
University Pres, 1979.
[13] T. Bar-On, ‘The Ambiguities of Football,
Politics, Culture, and Social Transformation in Latin America’, Sociological Research Online, 2, 4,
1997, s. 5, https://journals.sagepub.com/doi/full/10.5153/sro.127.
[14] M. B. Del Burgo, ‘Don’t Stop the Carnival:
Football in the Societies of Latin America’, Wagg (der.), Giving the Game Away, s. 61.
[15] J. Arbena, ‘Sport and the Promotion of
Nationalism in Latin Amerika: A Preliminary Interpretation’, Studies in Latin America Popular Culture,
7, 1992, s. 146-148.
[16] Bu özellikle 1970’ler boyunca Arjantin’de hüküm
süren askeri rejimin ve Şili’de Pinochet’nin uyguladığı taktikti. El
Salvador’da da ulusal stadyum siyasi muhaliflerin canlı yayında idamları için
kullanılmıştı. Bkz. Kapuscinski, The
Soccer War, s. 166 ve 185. Benzer uygulamaları 1990’larda ülkeye kaçak
girmeye çalışan Arnavut mültecileri bir stadyumda toplayan İtalya’da ve 2000’li
yıllarda Taliban rejiminin muhaliflerini stadyumda kurşuna dizdiği
Afganistan’da da görmemiz, bu olgunun belirli bir kültür, mekân ya da zamana
özgü olmadığını ortaya koyuyor.
[17] Aynı dönemde benzer bir ekonomik krize giren
Türkiye’de Arjantin’dekine benzer halk ayaklanmalarından endişe edilmeye başlanınca,
ülkeyi (takımı) içine düştüğü zor durumdan kurtarmak için (santrafor olarak) Dünya
Bankası’ndan Kemal Derviş ‘transfer’ edilmişti.
[18] Bir tesadüf müdür yoksa komplo mu bilinmez ama
2002 finallerinden elenen Arjantin, ilk turdaki kaderini belirleyecek ve 1-1
berabere sonuçlanan İsveç maçına geleneksel açık mavi-beyaz çizgili forması
yerine düz koyu mavi forma ve beyaz şortla çıkmıştı.
[19] Kuper, ‘The World’s Game is Not Just a Game’, s.
38. Her ne kadar 2003’teki Buenos Aires valiliği seçimini kazanamamışsa da bu
süreç Mauricio Macri’e 2007-2015
arasında Buenos Aires Hükümet Başkanlığı (Vali) ve 2015-2019 arasında da Arjantin Cumhurbaşkanlığına
giden yolu açtı.
[20] Dönemin yöneticilerinden General Enciso’dan
aktaran, Kuper, ‘The World’s Game’, s. 38. İlk turu geçmek için genelde
başarılı bir turnuva çıkartan Peru’yu 4-0 yenmesi gereken Arjantin’in yarım
düzine golle sonuca gitmesi, generallerin Peru’lu oyunculara rüşvet
dağıttıkları iddialarına yol açmıştı. Bar-On, ‘The Ambiguities of Football’, s.
9; D. Gökçe,
Milliyet, 12 Haziran 2002.
[21] Kuper, ‘The World’s Game
is Not Just a Game’, s. 38.
[22] Ayrıntılar için T. Mason, Passion of People? Londra, Verso, 1995, s. 65-67.
[23] Kuper, ‘The World’s Game’, s. 38.
[24] Berlusconi’nin İtalya’da başardığını başka
ülkelerde de deneyenler oldu. Örneğin Avusturya’nın aşırı sağcı politikacısı
Jörg Haider %27’lik oy potansiyeline ulaşmadan ve Şubat 2001’de hükümete
girmeden çok önce popülaritesini F.C.
Kärnten kulübü başkanlığıyla geliştirmişti.
Bu arada Haziran
2001’de AC Milan’da teknik direktörlüğü görevine Fatih
Terim 5 ay sonra bu görevden uzaklaştırıldığında Türkiye’de gazetelerin spor
sayfaları (hatta bazı önemli gazetelerin ilk sayfaları) Berlusconi’nin aslında
Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemediğinden, ‘Papalığa ev sahipliği yapan
İtalya’nın Fatih Sultan Mehmet’in torunu bir Türkü içine sindiremediğine’ varıncaya
kadar farklı argümanlarla futbolla siyaseti birbirine karıştırarak Türk
halkının hassasiyetlerine oynamayı tercih etmişlerdi. Örneğin bkz. İ. Yağcı,
‘Fatih Terim çok olmuştu zaten!..’, Türkiye,
14 Kasım 2001.
[25] Kuper, ‘The World’s Game
is Not Just a Game’, s. 38.
[26] ‘Labour and
football 12 years on: good intentions but could do better’,
Guardian, 12 September 2009.
[27] ‘The World Cup: the
opportunity for a new national identity for England?’, A History of FIFA and the World Cup Finals 2002, s.
18-20.
[28] Marx’ın
1843 yılında kaleme aldığı ‘Hegel’in
Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisine Katkı. Giriş’(Çeviren Kenan Somer, Karl Marx, Hegel’in Hukuk
Felsefesi’nin Eleştirisi içinde, Ankara,
1997, Sol Yayınları) başlıklı çalışmasında belirttiği “Din…halkların afyonudur”
ifadesi.
[29] SSCB’de Joseph Stalin’in ünlü gizli polis şefi Lavrenti Beria’nın Dinamo Moskova takımının onursal
başkanıyken yetkilerini kullanarak rakip takımların oyuncularını Sibirya’ya
sürdüğü söylenir. Söylentinin doğru olup olmadığı çok önemli değil; önemli olan
futbolun insanlarda uyandırdığı heyecan/hezeyan dikkate alındığında Beria’nın
bunları gerçekten yapmış olabileceği ihtimalinin çok aykırı gelmiyor olması.
[30] S. Anglesey, ‘Dictators and Football – The love
affair that won’t die’, Football 365,
s. 1.
[31] Kuper, ‘The World’s Game’, s. 38; Anglesey, ibid.,
s. 2.
[32] ‘Franco’s Forgotten Passion–Spanish
Soccer’, Nando.net, 19 Kasım 1995.
[33] Ibid.; Anglesey, ‘Dictators and Football’, s. 1
[34] Yakın çevresince ‘Sezar’
lakabıyla anılan Canjuga kulüp başkanlığının yanı sıra, iktidardaki Hırvatistan
Demokratik Birliği’nin Zagreb il başkanı, Zagreb Şehir Meclisi başkanı,
Hırvatistan Radyo Televizyon Konseyi başkanı ve Cumhurbaşkanı danışmanıydı.
[35] S. Cvijeti, ‘Croatia: The Art of
Playing Football’, Central Europe Review,
2, 10, 13 Mart 2000.
[36] Kuper, ‘The World’s Game’, s. 38.
[37] Ibid.
[38] Ibid.
[39] ‘Molla ile Şeytan’ın Maçı’, Hürriyet, 8 Aralık 1997.
[40] Kasım 2022 itibariyle İran yine bir halk
ayaklanmasıyla sarsılıyor ve yine İranlı kadınlar baş rolde. Futbolsa son yıllarda
özelikle Tebriz merkezli Traktör Azerbaycan takımının maçlarında
stadyumlarda atılan sloganlar ve bu takımın uluslararası başarıları sorasında
sokaklara dökülen Türk kökenli halk ile yönetim arasında artan gerginliklerle
gündeme geliyor.
[41] İranlı yetkililerin özel izniyle stadyuma giren
40 civarındaki İrlandalı kadın izleyiciden biri olan Nicola Byrne’ın Observer dergisine verdiği demeçten
aktaran Kuper, ‘The World’s Game’, s. 38.
[42]
Fişek’e göre, ‘Türkiye’de Beşiktaş proletaryayı, Galatasaray aristokrasiyi,
Fenerbahçe burjuvaziyi temsil eder…Beşiktaş iskele hamallarından, Galatasaray
‘saltanat’ (saray) aristokrasisinden, Fenerbahçe de Levanten sermayesine ve
Galata bankerlerine isyan eden yeniyetme Anadolu burjuvazisinden doğdu, ama
sonradan lümpenleşti.’ A.Ü. Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu’nda verdiği
‘Spor ve Siyaset’ konulu bir dersten yapılan haber için bkz. ‘Spor, siyasetin
iç güveysidir!’, Hürriyet, 20 Kasım
1999.
[43] S. Duman, ‘Fenerbahçe’nin Gizli Tarihi’, Sabah, Ağustos 1996.
[44] Osmanlı Genç Dernekleri hakkında bkz. Mustafa
Balcıoğlu, ‘Osmanlı Genç Dernekleri’, Türk Kültürü Dergisi, Cilt XXX,
Sayı 346, s. 199-209.
[45] Fişek, ‘Spor,
siyasetin iç güveysidir’.
[46] Özkan’a göre ‘Milli Takımda dini inançlar nedeniyle gruplaşmalar oluşmuş,
Seul’den özel uçakla imam getirtilmiş, Milli Takım sanki bir tarikatın etki ve
yönlendirmesine’ girmişti. T. Özkan, Milliyet,
‘Orada neler oluyor?’, 12 Haziran 2002; ve ‘Duanın gücü, namazın kerameti ve
Milli Takım’, 14 Haziran 2002. FETÖ’nün Türkiye’de futbolda etkin olma çabaları
ve ilgili konular daha sonra da Türkiye gündemini fazlasıyla meşgul edecekti.
[47] Gençliğinde
futbola ilgisi ve becerisiyle ‘İmam Beckenbaur’ olarak anılan Recep Tayip
Erdoğan’ın Türk siyasetinde yükselmesi ile siyaset-futbol bağlantısı son
yıllarda daha çok gündeme gelmektedir.
[48] A&G Araştırma
Şirketi’nin 18-20 Kasım 2000’de yaptığı ankete göre, Türk erkekleri bir araya
geldiklerinde en çok futbol (%45), iş (%44,7), siyaset (%44,4) konuşuyorlar.
18-27 yaş arası gençlerde bu oran %35,1 (Gelecek %39,5, Siyaset %28,6). Eğitim
düzeyiyle futbola ilgi arasında ise sanıldığının aksine negatif bir bağlantı
yok (Ortaokul mezunları %35,1, Lise %37;5, Üniversite %34,5). Sadece futbolla ilgilenmediklerini
söyleyenlerin (18 yaş üzeri %27,4) büyük çoğunluğu diplomasız ya da ilkokul mezunu.
Bkz. http://www.agarastirma.com.tr/muhabbet.htm.
[49] Bkz. Kıbrıs Türk Futbol Federasyonu web sayfası: http://www.ktff.org/KTFF/Tarihce.
[50] 2018’de ABD’de halkın sadece %7’si futbol izlediğini
söylerken, 2019’daki maçların ortalama seyirci rakamı 19.000 idi. Bkz. https://www.voaturkce.com/a/amerika-da-futbola-ilgi-var-mı-/4440770.html.
[51] Kuper, ‘The World’s
Game’, s. 38.
[52] ‘Molla ile Şeytan’ın
Maçı’, Hürriyet, 8 Aralık 1997.
[53] H. Uluengin,
‘Diplomatik Futbol’, Hürriyet, 23
Haziran 1998. Güvenliğin 7000 polis ve askeri birliklerce sağlandığı maç dünyanın
çeşitli bölgelerindeki sürgünlerinden gelen İranlıların buluşması gibiydi. Maçın
İran’da büyük oranda sansür edilemeden canlı yayımlanacağının farkında olan
muhalif gruplar gösterileri, afişleri ve sloganlarıyla maç boyunca İran’a mesaj
göndermeye çalıştılar. R. Wagman, ‘An American Fan’s Journal: Politics reigned
in stands of US-Iran match’, Soccer Times,
22 Haziran 1998.
[54] Bu yazı 2002 Dünya Kupası finalleri devam ederken
yazılmıştı ve Osama bin Ladin’in ABD güçlerince 2 Mayıs 2011’de Pakistan’ın Abbottabad
şehrinde öldürülmesine daha çok vardı.
[55]https://www.theguardian.com/world/2011/may/03/osama-bin-laden-10-myths-cia-arsenal;
ve https://www.theguardian.com/football/2002/mar/19/sport.comment3.
[1] M. Aydın, ‘Futbol Hiçbir Zaman Sadece Bir Oyun
Olmadı: Spor-Siyaset İlişkisi’, Stratejik Analiz, Cilt 3, No 27, 2002,
s. 133-144.
Prof. Dr. Mustafa Aydın, Kadir Has Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa Aydın, Uluslararası İlişkiler Konseyi Yönetim Kurulu Başkanı ve Kadir Has Üniversitesi Öğretim üyesidir. Halen Euro-Mediterranean University (Slovenya) Senato Üyeliği ve World Council for Middle Eastern Studies Yönetim Kurulu üyeliği görevlerini sürdüren Prof Aydın, European Academy of Sciences and Art, European Leadership Network, Global Relations Forum, Turkish Atlantic Council, International Political Science Association ve International Studies Association üyesidir. Bugüne kadar yurt içi ve dışında çok sayıda üniversite ve araştırma merkezinde çalışmalar yürütmüş olan Aydın’ın Türk dış ve güvenlik politikaları, uluslararası güvenlik, uluslararası ilişkiler teorileri ile Karadeniz, Kafkaslar ve Orta Asya bölgeleri jeopolitik ve güvenliği üzerine yayınlanmış çok sayıda çalışması bulunmaktadır.
Bu yazıya atıf için: Mustafa Aydın, “Futbol Hiçbir Zaman Sadece bir Oyun Olmadı; Spor-Siyaset İlişkisi -Yeniden-” Panorama, Çevrimiçi Yayın, 25 Kasım 2022, https://www.uikpanorama.com/blog/2022/11/25/ma-3/
Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.