Türkiye’nin Karşılaştığı Jeo-Ekonomik Tehditler İnan Rüma
Türkiye Cumhuriyeti
Dışişleri Bakanlığı’nın “Girişimci ve İnsani Dış Politika” şeklinde etkileyici
bir başlık, özgüven ve gururla duyurduğu
anlayış uyarınca, “Dış politikamız, içinde bulunduğumuz çalkantılı bölgesel ve
uluslararası ortamda ülkemizin çıkarlarını korurken, aynı zamanda
sürdürülebilir barış ve kalkınmaya uygun koşulların oluşmasını hedeflemekte,
çevremizde barış, refah ve istikrar kuşağı tesisine katkıda bulunmaktadır.”
Burada sözü edilen çıkarların ne olageldiğini ve olabileceğini, özellikle
küresel siyasal iktisat çerçevesinde eleştirel bir analize tabi tutmak anlamlı
olacaktır.
Dünya Ekonomik Forumu
13 Ekim 2022’de güncel küresel ekonomi üzerine takip edilmesi gereken 10
gelişmeyi, benimsediği liberal kapitalizmin tercih ettiği küreselleşme gibi,
devletçilik imajı nedeniyle pek sevilmeyen jeo-ekonomi terimine de atıfla
yayınladı. Bu noktalardan birincisi, yeni ekonomik gerçeklik içerisinde en
kırılgan grupları korumaktı, ki “hayat pahalılığı can yakıyor” (“cost of living bites”) olarak
çevrilebilecek bir başlığa sahipti. Diğerleri ise şu şekilde sıralanmıştı:
Küresel faiz oranları, durgunluk, döviz rezervleri, merkez bankalarının dijital
paralar ile ilişkisi, tek atımlık işler ekonomisi denebilecek esnek ekonomi
anlayışı, ekonomik büyüme için daha sağlıklı ölçümler geliştirme, borç krizi,
verim eğrisi (yatırım araçlarının getirileri) ve ayı piyasası da denen borsada
fiyat düşüş eğilimi.
Daha önce, aralarında IMF
Genel Müdürü Kristalina Georgieva’nın da bulunduğu bir grup yazar, Mayıs
2022’de IMF bloğunda yayınladıkları “Neden ve Nasıl Jeo-Ekonomik Parçalanmaya
Direnmeliyiz?” başlıklı yazıda, gıda ve diğer ürünlere erişim sıkıntısı,
büyümenin önündeki engeller ve iklim sorunları gibi acil küresel konuların
ancak uluslararası işbirliğiyle ele alınabileceğini iddia etmişlerdi. Bu güçlü
argümanda ifade edilen her bir konu da Dünya Ekonomik Forumu’nun
listesi gibi Türkiye’nin de maruz kaldığı jeo-ekonomik tehditler olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Bu noktada, jeo-ekonomi
ile ilgili bazı tanımları aktarmak gerekli görünmektedir. 1990 gibi erken bir
tarihte jeo-ekonominin uluslararası yaşamın önemli bir boyutu olduğu saptanmış
ve jeopolitikle karşılaştırmalı önemi tartışılmıştı.
Daha ziyade ana-akım olarak değerlendirilebilecek bir yaklaşım, jeo-ekonomiyi
“uluslararası ekonomi, jeopolitik ve stratejinin etkileşimi” şeklinde
tanımlamayı tercih etmektedir.
Benzer biçimde, dış politikadaki ekonomik araçlar üzerinden ekonomik gücün
jeostratejik kullanımı olarak tanımlayanlar da bulunmaktadır.
Bu ana-akım tanımlarda, jeo-ekonomiyi liberal ekonomiye devlet merkezli ve
ekonomik milliyetçi alternatif olarak görmek yönünde açık veya üstü kapalı bir
eğilim gözlemlemek mümkündür. Örneğin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin meşhur Kuşak ve Yol projesi, ekonomik
faktörleri jeopolitik amaçlar ile harmanlayan “Çin’in hırslı jeo-ekonomik
stratejisi” olarak yansıtılmaktadır.
Bu görüşe göre, Çin’in (tek parti yönetimi) elitlerinin jeopolitik ve güvenlik
amaçları jeo-ekonomi zihniyetini kullanma motivasyonu yaratmaktadır.
Bu devlet merkezli (ve hâlâ kendini jeopolitiğe mahkûm eden) yaklaşımlara başka
bir örnek olan Almanya bağlamında, ihracata dayanan Alman ekonomisi için
özellikle hammaddeler başta olmak üzere uluslararası tedarik zincirlerinin
korunması jeo-ekonomik bir gücün güvenlik stratejisi olarak öne sürülmektedir.
Oysa eleştirel bakış daha
tercih edilebilecek bir küresel yaklaşım ile jeo-ekonomiyi çağdaş
küreselleşmenin sınırlar ötesi tahayyülü çerçevesinde toprakların (siyasal
iktisadî coğrafyanın) piyasa mekanizmalarına göre yeniden şekillendirilmesi
üzerinden tanımlamaktadır.
Bu bağlamda, söz konusu eleştirel bakışa yakın şu ögeler ana-akım yaklaşımlarda
da gözlemlenmektedir: Ekonomik kalkınma ile güvenlik amaçları arasındaki korelasyon
(ilgileşim) kurulması veya jeo-ekonominin temelinin nüfusun olabildiğince büyük
bölümü için en iyi istihdamı sağlanması
gibi.
Türkiye dış politikasına
da bu bilgiler ve tartışmalar ışığında bakmak mümkündür. Türkiye’nin “bölgesel
ve uluslararası ortamda” resmen şekillendirmek istediği “barış ve kalkınma”
elbette jeo-ekonomik unsurlar çerçevesindedir. Bu bağlamda asal soru
Türkiye’nin yaklaşımın ne olduğudur. T.C. Ticaret Bakanlığı’nın
10 Ekim 2022 tarihli ekonomik görünüm sunuşuna bakılınca göze çarpan ihracat
hacminin, pazarlarının ve katma değerinin arttırılması çabasıdır. Türkiye’nin
ortalama ihracat mesafesi dünya ortalamasının altında kaldığı ve ihracatın üçte
ikisi coğrafi olarak yakın ülkelere olduğu için “Uzak Ülkeler Stratejisi”
çerçevesinde ihracat yapılan pazarları çeşitlendirmenin amaçlandığı hemen görülüyor.
Türkiye’nin ihracatında 2021 yılında ilk beşte Almanya, ABD, İngiltere
(Britanya), İtalya ve Irak yer alırken, 2022’de bu beşliye kuvvetle muhtemelen
bu ülkeye uygulanan ambargolar nedeniyle Rusya Federasyonu eklenmiştir.
İhracata ilaveten yüksek katma değerli inovasyon ve teknoloji odaklı
yatırımlara ısrarlı davet ve bütün bunların sonucunda içinde çırpınılan yakıcı
carî açık sorununa bir çare bulma amacı da göze çarpmaktadır. Son hesapta, ana
sorun dikkatlerden kaçmıyor: Türkiye’nin devlet kapasitesindeki (artan)
sıkıntılar kalkınmacı bir anlayışla etkin bir siyaset yapımını engelliyor ve
örneğin araştırma-geliştirme sektöründe
o çok istenen gelişme sağlanamıyor. Nihayetinde, kararlı sanayiciler ve etkin
bürokratlar olmadan başarılı jeo-ekonomik hamleler
yapılamayacağı söylenegeliyor.
İşverenler de devlete
benzer bir tutum içindeler: ana ihracat pazarı olan Avrupa’ya hem hacim
arttırmayı hem de bağımlılığı düşürmeyi amaçlayarak, özellikle Asya
pazarlarında ihracatı çeşitlendirerek yükseltmek istiyorlar. Bu hedef de
nihayetinde ülkeye sermaye akışı sağlamak ve açıkları düşürmek ana amacı ile
ilişkili. Örneğin,
“Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık” adı altında örgütlenmekte olan
Asya-Pasifik ülkelerinden ithalat toplamın %18’i iken ihracat sadece toplamın
%4’ü. Yani cari açığı besleyen dış ticaret açığı bu bölgeye karşı da veriliyor.
Bu noktada Çin’in Kuşak ve Yol projesinin, Türkiye’nin yakınlık ve
süreklilik avantajlarına sahip olduğu Avrupa pazarındaki yerini sarsmaya aday
bir jeo-ekonomik tehdit olduğu da not edilmeli. Öte yandan, Türkiye sermayesi
küresel ekonomideki sorun ve dinamiklerin Türkiye için yapıcı bir etkisi
olabileceğini ve ülkenin bir üretim üssüne dönüşebileceğini düşünmektedir. Bu
heves de jeopolitik konum, Avrupa’ya yakınlık, benzerlerine oranla daha iyi bir
sanayiye sahip olmak, güçlü bir bankacılık sistemine sahip olmak gibi ögeler
üzerinden açıklanmaktadır.
Elbette 2000’lerin başarılı ve mutlu liberal günlerinin Merkez Bankası gibi
kurumların gücünü pekiştiren, enflasyonla etkin mücadele eden, verimliliği,
ihracatı ve doğrudan yabancı yatırımları arttıran reformlarının altını çizerek
Türkiye’nin dünya ekonomisindeki payının 2002’de %0,6’dan 2013’te %1,2’ye
çıktığını ve sonra ne yazık ki %0,8’e düştüğünü de ifade etmektedirler.
Emek güçlerinin Türkiye
siyasal iktisadına ve jeo-ekonomisine bakışını ise sosyal güvenlik arayışının
belirlediği gözlemlenmektedir;
neo-liberal siyasetlerin sosyal güvenliği düşüren etkilerine karşı
ulus-devletin tutarlı ve ısrarlı savunusu ile bununla aslında kısmen çelişen
Avrupa Birliği’ne olan ilgi bu arayış çerçevesinde düşünülebilir. Türkiye
sermayesi kârını maksimum arttırmak isterken, çalışanların kaygısı memlekette
Avrupa Birliği standartlarında sosyal güvenlik sağlanmasıdır.
Toplumdaki genel eğilimi
anlayabilmek için, son milliyetçilik dalgası öncesi yapılan bir çalışmada, kültürel
ürünler ve seyahat olanakları da dahil olmak üzere yabancı ürünlere erişimin
artması ve dolayısıyla genel olarak ekonominin dışa açılmasına toplumun olumlu
baktığı ortaya konmuştu.
Bu gözlemin eğitim ve gelir düzeyleri ile toplumsal cinsiyet ve ekonomik çıkar
tanımlarına bağlı olarak değiştiği de not edilmelidir. Türkiye toplumu
benzerlerinden daha az ayrışmış değildir ve siyasal iktisadî duruşlar ile
jeo-ekonomiye yaklaşım elbette toplumsal sınıf, kimliksel unsurlar ve kişisel
tercihe göre değişmektedir. Türkiye’de ana-akımın ve orta sınıfın ciddi ölçüde
eridiği göz önüne alınırsa, dış politikanın kimin için olduğu sorusu her
zamankinden daha yakıcı görünmektedir.
Konunun özü 2010’da
zamanın TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner tarafından açıkça ifade edilmişti:
Türkiye reform sürecine nasıl devam edecek ve dünya ekonomi mimarisinde nasıl
bir yer alacak? Eğitim, inovasyon ve Ar-Ge [ve tabii ki demokratik hukuk
devleti içinde sosyal güvenlik] ile bir ‘büyük Finlandiya’ olarak mı, yoksa,
merkeziyetçi ve otoriter bir ‘küçük Çin’ olarak düşük yaşam standartlarına
dayalı bir siyasi iktisatla mı? Bu soru özellikle beşerî sermaye, ürün
çeşitliliği ve bölgesel kalkınma gibi asal konularda büyük ciddiyet arz
etmektedir. Son yıllarda bu konularda maalesef ciddi bir gelişme olamadı ve
Türkiye dış politikasının “Batı” (dünya yuvarlak olduğuna göre ABD ve AB
denilmeli) ile Rusya-Çin ekseni arasında savrulma görüntüsü ortaya çıktı.
Bütün bunların sonucunda
bazı gözlemler ve öneriler iletilebilir. İlk olarak, Türkiye ekonomik ve siyasî
eliti ihracat temelli ekonomik büyümeyi sürdürmek ve böylece -aslında bu
ekonomik büyüme ile vahim derecede artan- yakıcı cari açığı düşürmeyi
hedeflemektedir. Bu hedef de ihracat ürünleri ve pazarlarının
çeşitlendirilmesini gerektirmektedir. Dolayısıyla, insan kaynaklarının ve
yüksek teknolojiye (yabancı) yatırımın iyileştirilmesine dayanan bir ulusal
ortam oluşturulmalıdır. Bu iki gelişme de ancak demokratik hukuk devleti
bünyesinde olabilmektedir. Ayrıca uluslararası ortamda, Türkiye dış
politikasındaki bölgeselcilik anlayışının içeriklendirilmesi de gereklidir. Bu
ise etkisi kuşkulu saldırgan söylemlerden ziyade, uluslararası ana-akımın
terimleriyle çatışma değil işbirliği denilebilecek barışçıl söylemlerle mümkün
görünmektedir. Dünya Ekonomik Forumu’ndan alıntıyla yukarıda aktarılan
jeo-ekonomik tehditlere mukabele edebilmek için insan kaynaklarının ve yüksek
teknolojiye yatırımın demokratik hukuk devleti ve barışçıl bölgeselcilik ile
geliştirilmesi elzem görünmektedir.
İkinci olarak,
uluslararası veya bölgesel işbirliği için al-ver (transaction) mantığında işlemlerdense, ilkeler önemli
görünmektedir. İşlemsel (transactional) dış politika, özellikle kendini
kısa vadeli çıkarlarla büyüleyen siyasetçiler için etkileyici görünebilir. Fakat
bu tür bir politika ihracat ürünleri ve pazarlarının çeşitlendirilmesi ve
böylece cari açığın azaltılması gibi yapısal gelişmeler için yeterli değildir.
Böyle yapısal gelişmeler için vurgunculuk/fırsatçılık gibi duran işlemlerden
ziyade yatırım önemli görünmektedir. Dış politika da hayatın diğer alanları
gibi kısa vadeli işlemsel kazançlar değil, ilkeler meselesidir. Bu da ihtilaflı
ve kuşkulu iki taraflı ilişkiler kombinasyonlarındansa çok taraflılık
gerektirir. Bu çerçevede, Türkiye’nin ana ihracat pazarı olarak önemli bir
süreklik ve değer arz eden Avrupa’ya ciddi bir alternatif görünmemektedir. Bu
nedenle, Türkiye her zaman Avrupa işbirliği süreçleri ve hatta -biçimi ne
olursa olsun- bütünleşmesi içinde verimli bir yere sahip olmalıdır. Aynı şekilde,
Avrupa’nın da pazarlarında Türkiye’nin ihraç ürünlerine daha iyi bir
alternatifi olmadığı söylenebilir.
Üçüncü olarak, Dünya
Ekonomik Forumu elitinin bile söylemeye mecbur kaldığı gibi, “hayat pahalılığı
can yakıyor”. Türkiyeli emekçiler sosyal güvenlik arayışında ulus-devlete
mecbur kalma konusunda diğer ülkelerdeki benzerlerinden farklı değiller. Eğer
IMF elitinin de vurgulamak istediği gibi, milliyetçilik/ulusalcılık
uluslararası işbirliğinin -ve sağlayabileceği çözümlerin- önünde bir engel ise
(hatta bunu araçsallaştıran ulusal elitler için bile geri dönüşünün zararlı
olduğu söylenebiliyorsa), o zaman sosyal güvenlik hem dünya siyaseti hem de dış
politikada öncelik olmalıdır. Başka bir deyişle, sorunlu ekonomik büyüme yerine
çalışanların iyiliği hedeflenmelidir. Yaklaşık yüzyıl önce Uluslararası Çalışma
Örgütü tarafından saptandığı gibi, “evrensel ve kalıcı bir barış ancak
toplumsal adalete dayanarak sağlanabilir”.
Tüm bunlara ek olarak,
gıda kıtlığından iklim sorunlarına kadar uzanan ekolojik sorunlar,
yenilenebilir enerji ile doğayla uyumlu tarım ve sanayi üretimleri ile
sürdürülebilirlik sağlanmasını acilleştirmektedir. Nitekim bu aciliyet dış
politikada “sürdürülebilir barış ve kalkınma” hedefine de içkindir. Dahası,
ekolojik sorunları azaltmayı amaçlayan Avrupa Yeşil Mutabakatı ile Türkiye’nin
bu pazara ihracatı zorlaşmaktadır, zira bazı çabalara
rağmen Türkiye sanayisi ve tarımında ekolojik düzenlemeler maalesef hâlâ geç ve
yetersiz kalmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye
siyasî elitinin üzerine titrediği ulusal çıkar milliyetçi/ulusalcı devletin
korunması olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa, barışçıl ve çok taraflı bir dış
politika ile Türkiye toplumunun iyiliğini korumak daha anlamlı görünmektedir.
“Girişimci dış politika” ihracat pazarlarını önceleyecek ise, “insanî dış
politika” iç siyasette başlamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün iki dünya savaşı arasındaki dönemde
söylediği ve uzun süre Türkiye dış politikasının ana ilkesi olan “Yurtta barış,
Dünyada barış”, 2010’ların savrulmaları sonrasında yeniden tesis edilirken,
böyle bir zihniyete ihtiyaç hem yurtta hem dünyada acil görünmektedir. Üstelik
bu sefer daha içerikli ve dolayısıyla daha inandırıcı bir uygulama ile.
Dr. İnan Rüma, İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmaktadır. Akademik derecelerini ODTÜ ve Paris-1 Panthéon-Sorbonne Üniversitesi’nde edinmiştir. Bosna-Hersek ve Kosova’daki AGİT misyonlarında çeşitli sürelerle çalışmıştır. Siyasal İktisat, Balkanlar, Rusya, Avrasya ve kaçınılmaz hâle gelen Türk Dış Politikası üzerine çalışmaktadır. Doğayla uyumlu yaşam, emek ve özgürlüğün asal olduğunu düşünmektedir.
Bu yazıya atıf için: İnan Rüma, “Türkiye’nin Karşılaştığı Jeo-Ekonomik Tehditler” Panorama, Çevrimiçi Yayın, 08 Aralık 2022, https://www.uikpanorama.com/blog/2022/12/08/ir/
Bu görüş yazısı, ‘Foreign Policy for the 21st Century; Peaceful, Equitable, and Dynamic Turkey’ başlıklı proje kapsamında Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği tarafından Uluslararası İlişkiler Konseyi ve Global Akademiye sağlanan destek çerçevesinde hazırlanmıştır.
Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.