Eski Düzenden Yeni Düzensizliğe Türkiye’nin Yeri – Mustafa Aydın

Bu yazının ilk versiyonu, “Eski Dünya’dan Yeni Dünya’ya Türkiye’nin Dış İlişkileri” başlığıyla artık yayın hayatında olmayan, o zamanlar Türkiye’de öncü bir çevrimiçi yayın girişimi olarak http://www.panoramadergisi.com adresinde görücüye çıkan Panorama; Aylık Uluslararası İlişkiler, Ekonomi, Politika Dergisi’nde (No 13, Haziran 2005) yayımlanmıştı. Artık İnternet taramalarında bulunamayan ve tespitlerinin hala geçerli olduğunu düşündüğüm bu yazıyı, gözden geçirip güncelleyerek, 2020 yılında çevrimiçi olarak yayın hayatına başlayan Panorama’da yayınlamanın uygun olacağını düşündüm. Yazıyı güncellerken yazım dilini gözden geçirdim; analizlerde değişiklik ya da ekleme yapmak gerektiğinde ise, eğer değişiklik yapıldığı yerde net anlaşılmıyorsa, dipnot kullandım ki, konu Türkiye olduğunda 2005’ten bu yana fazlaca bir değişiklik olmadığı görülebilsin.


Mayıs 2005’te İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da
sona erişinin altmışıncı yıldönümü dünyada çeşitli törenlerle kutlanırken, en
büyük tören pek çok liderin katılımıyla Moskova’da yapılmıştı. Bu törenlerde
kutlanan artık var olmayan bir düzenin -“eski dünya düzeni”- başlangıç
noktasıydı. İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşmalar ve takip eden
düzenlemelerle oluşturulan “1945 Düzeni”, “Yalta Düzeni” ya da “BM Sistemi”
olarak tanımlanan iki kutuplu uluslararası sistemi 1989-1991 yılları arasındaki
paranteze almak mümkün.

Avrupa dışı iki nükleer gücün (ABD ve SSCB) bu
kıtadaki karşılıklı dengesine dayanan düzen, dünyayı aynı kuşak içerisinde iki
büyük yıkımla karşı karşıya bırakan Avrupa’ya kırkbeş yıl Soğuk Savaşı -ama
aynı zamanda soğuk barışı- yaşattı. Bu düzenin dayandığı unsurlardan iki
kutuplu dengenin 20. Yüzyılın sonunda çökmesi, özellikle neo-realist uzmanlarca
(Örneğin Mearsheimer, “Back to the Future)[1] olumsuz değerlendirilmişti. Her ne kadar 20.
yüzyılın soğuk barışı, iki nükleer gücün birbirlerini ve tüm dünyayı bir kaç
kere yok etme garantilerinin çılgınlığına (MAD
Mutually Assured Destruction; Karşılıklı Garantili Yıkım) dayanıyorduysa da,
sistemin devamlılığında avantajı/çıkarı olan blok liderleri müttefiklerini
kontrol altında tutarak üçüncü dünya savaşının çıkmasını önlediler. Sistemin
gerilen yayları da Avrupa dışı küçük çatışma ve savaşlarla rahatlatıldı.

Milyonlarca hayata mal olan Birinci ve İkinci Dünya
Savaşlarının müsebbibi olarak görülen ve Soğuk Savaş boyunca parçalanmış olan
Avrupa ise, kısmen işgal edilmiş olarak ve her an nükleer silahların tehdidi
altında yaşamak zorunda bırakıldı. Her iki savaşın da merkezinde yer alan
Almanya, düzenin mikro örneğiydi. İlk başta dört galip devlet tarafından işgal
edilen, sonra zorla iki parçaya ayrılan, başkenti bir duvarla bölünen, Doğu
Prusya ve Silezya bölgelerini Polonya’ya vermeye zorlanan Almanya’nın doğusu
korkunç bir baskı rejimine dönüşürken, batısı ABD’nin yönlendirmesiyle
Fransa’yla bir araya gelerek bugün Avrupa Birliği’ne dönüşen sürecin temelini
attı.

Avrupa Birliği’nin bugün geldiği noktada,
kökenleri ve Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nu (AKÇT) ortaya çıkartan süreç artık
tartışılmıyor; hatta hatırlanmak dahi istenmiyor. Ama tarih unutmaz: AKÇT iki
dünya savaşı çıkartmış Almanya’yı sistem içerisinde kontrol altında tutabilmek
için ABD’nin dışardan maddi-manevi desteğiyle ve baskısıyla kuruldu. Eğer
Almanya 1951 Nisan’ında resmen iki ülkeye ayrılmasaydı, batısı (resmen olmasa
bile) o dönemde hala yürürlükte olan egemenliği kısıtlayıcı önlemler ve ülkede
konuşlanan binlerce Amerikan askeri nedeniyle fiilen işgal altında olmasaydı ve
Fransa İkinci Dünya Savaşı’ndan zayıflamış çıkarak ayakta durabilmek için
ABD’nin Marshall Planı ile sunduğu yardımların devamına muhtaç olmasaydı, acaba
AKÇT kurulabilir miydi?

Almanya’nın 7 Mayıs 1945’te teslim olmasıyla
İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da sona ermiş (savaşın tamamen sona ermesi için
Uzakdoğu’da Japonya’nın 2 Eylül 1945’te teslim olmasını beklemek gerekecektir),
Şubat 1945 Yalta Konferansı’nda üzerinde anlaşmaya varılan düzen, Nisan’da San
Francisco’da Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün kurucu toplantısında “yeni
dünya düzeni” olarak uygulamaya koyulmuştu.

İlk “büyük” savaşı yenikler safında kapatan
Türkiye ise, bu sefer dışında kalmak için yaptığı manevraların ardından,
savaşın sona ermesine çeyrek kala Yalta Konferansı kararları gereği San
Francisco toplantısına BM kurucusu olarak katılabilmek için 23 Şubat’ta Almanya
ve Japonya’ya savaş ilan etmişti. Her ne kadar bu sefer teknik olarak galipler
safında yer almayı başarmışsa da, Savaş boyunca izlediği “savaş dışı kalma” politikası nedeniyle Türkiye, Savaşın ardından yeni dünya
düzeni kurulurken zor durumda kaldı. Daha 9 Ekim 1944’te Büyük Britanya
Başbakanı Winston Churchill ile SSCB Devlet Başkanı Joseph Stalin arasında
Moskova’da gerçekleştirilen görüşmelerin sonunda bir akşam yemeğinin ardından,
peçete üzerinde planlanan ve savaş sonrası düzenlemelerde büyük ölçüde uyulan
dünyanın (aslında Avrupa’nın) nüfuz bölgelerine ayrılmasına ilişkin anlaşmada
Türkiye’ye yer verilmemiş olması, Türkiye’nin yeni dünya düzeninde yaşayacağı sıkıntıların
ilk işaretiydi. Bu anlaşmada örneğin Romanya Sovyet nüfuz bölgesi, Yunanistan
da açıkça ABD’yle uyum içinde Britanya nüfuz bölgesine bırakılırken,
Türkiye’nin kısa süre sonra resmen şekillenecek Doğu-Batı ayrımında hangi safta
yer alacağı belirlenmemişti.

9 Ekim gecesi Moskova’da varılan anlaşma aslında,
20. yüzyılda büyük güçlerin Avrupa’yı (ve dünyayı) ikinci defa paylaşımına
işaret ediyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasının intikamcı ve yenikleri sistem
dışında bırakan düzen arayışının hatalarından ders alan galipler, bu sefer
yenikleri de sisteme dahil ettiler ama sistemin kesin kontrolünü ellerine
almayı da ihmal etmediler. Böylece BM sistemi kurulurken oluşturulan Güvenlik
Konseyi’nde galiplere veto hakkı tanındı. Birinci Dünya Savaşı sonrasının
ekonomik çöküntüsünün tekrarlanmaması için takip eden yıllarda dallanıp
budaklanacak Bretton Woods sisteminin
temeli atıldı.

Siyasi ve ekonomik boyutları bu şekilde kurulan
yeni dünya düzeninin askeri yönü de 1949’da kurulan Varşova Paktı ve NATO’yla tamamlandı.
Zamanla herkesin işleyiş kurallarını öğrendiği ve dünyaya kırkbeş yıl hizmet
eden bu yapının 1991’de çökmesinden beri tartışılan esas konu, yine-yeniden
kurulmaya çalışılan “yeni dünya düzeni”nin yapısı ve gideceği yön oldu.[2]

1991’de dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush’un
erkeden ilan ettiği gibi yeni bir dünya düzenine geçil(e)medi. 1991’de tanık
olduğumuz sadece eski düzenin yıkılmasıydı. Takip eden on yıl dünyanın çeşitli
yörelerinde artan risklerle birlikte Avrupa’nın merkezinde katliamlar ve
çevresinde sıcak çatışmalarla geçen bir ara dönemiydi. Bu ara dönem de, 11
Eylül 2001’de El Kaide’ye mensup teröristlerin sivil uçakları füze gibi
kullanarak New York ve Washington’daki hedeflere saldırmalarıyla sona erdi. 11
Eylül’den sonra, bu sefer başkanlık koltuğunda oturan George W. Bush’un “hiçbir
şey eskisi gibi olmayacak” söylemiyle yola çıkan ABD’nin tekrardan “yeni dünya
düzeni” kurma çabası ve ABD’nin vizyonuna karşı çıkanların direnişine tanıklık
ettik.

11 Eylül saldırılarının ardından Afganistan’daki
Taliban rejimi ve El-Kaide varlığına yönelik operasyonunda ABD’ye destek veren
BM Güvenlik Konseyi ve NATO üyelerinin önemli bir kısmı, takip eden Irak
işgalinde (2003) ABD’nin karşısında yer almışlardı. Bu tutumun arkasında,
ABD’nin Afganistan’dan Irak’a geçerken “uluslararası terörizmle mücadele”
çabasından tek kutuplu dünya vizyonu çerçevesinde “yeni dünya düzeni kurma”
aşamasına geçmiş olduğunun fark edilmesi yatıyordu. Irak Savaşı’yla başlayan
ayak sürüme ABD’nin geliştirdiği Büyük Orta Doğu Projesine karşı çıkmayla devam
etti.

Genel olarak bakıldığında, 1991’den sonra çeşitli
güçlerin uluslararası politikaları büyük ölçüde yeni şekillenmekte olan dünya
düzeninde pozisyon almaya yönelikti. Rusya’nın “yakın çevre” doktrini; AB’nin
Barcelona Süreci, Balkanlardaki Rayoumont Süreci, Güneydoğu İstikrar Paktı ve
nihayetinde Yeni Komşuluk Politikası; NATO’nun Akdeniz Diyaloğu, Barış için
Ortaklık projesi ve İstanbul İşbirliği Girişimi ile ABD’nin önce “Büyük” sonra
“Geniş” Orta Doğu, en sonunda da Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika (BMENA)
ile Geniş Karadeniz Bölgesi (Wider Black Sea Region) söylemleri hep buna
yönelik adımlardı. AB ve NATO’nun safhalar halinde gelen genişlemeleri de bu
politikalara eşlik etti.

Bugün (bunu ister 2005, isterseniz 2023 olarak
okuyun, tespit değişmiyor) gelinen noktada AB ve NATO yeni üyelerle Avrupa’nın
doğusuna genişleyerek, neredeyse tüm Avrupa’yı aynı siyasi, ekonomik ve
güvenlik sistemi içerisine aldılar. Yine AB, NATO ve ABD’nin çeşitli
girişimleriyle Kuzey Afrika, Orta Doğu, Baltık Bölgesi, Kafkaslar ve Orta
Asya’nın büyük bölümü, eski Doğu Avrupa ile Karadeniz kıyılarının önemli bir
kısmı Batı ekonomik-siyasal ve güvenlik sistemiyle eklemlendi. Devam eden
süreçte yeni ilerleme noktalarının Batı Balkanlar, Ukrayna, Moldovya ve
Gürcistan’ın sisteme dahil edilmeleri olduğu açık.[3] Bu
süreçte karanlıkta kalan alanlar (yani henüz Batı sistemine eklemlenmemiş
bölgeler -Ermenistan, Suriye, İran, Irak) Türkiye’nin sınırları boyunca uzanıyor.
Bu durumun, son yıllarda ABD ve AB’nin Türkiye’ye yönelik çeşitli politika ve
baskılarını açıklamaktaki katkısı düşünmeye değer.

Dünyada bu gelişmeler olurken, Türkiye de kural ve
tarafları henüz tam olarak belirginleşmemiş bir düzen içerisinde taraf seçmeye
zorlanıyor (ve reddediyor). 20. yüzyılın başında Büyük Savaş olarak tabir eden
Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde Almanya tarafını seçen Osmanlı
Devleti, bunun bedelini imparatorluğu kaybederek ve milleti anavatanını
kaybetme tehlikesine maruz bırakarak ödemişti. Süreçten ders alan Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucuları iki dünya savaşı arası dönemde uluslararası
ilişkilerinde giderek Batı’ya yaklaşmakla birlikte, mecbur olmadıkça taraf
olmayan bir tutum izlemeye çalıştılar. Taraf olmaya zorlandıklarında da Osmanlı
tecrübesinden devraldıkları “farklı güçler arası rekabet ve dengelere oynama”
stratejisini tercih ettiler. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında, İngiltere ile
Fransa ve onlarla Sovyetler Birliği arasındaki farklılıkları kullanan Türkiye,
Soğuk Savaş döneminde de ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki rekabetten
avantaj sağlamıştı. Fakat, Soğuk Savaşın sona ermesi ve ardından gelen düzensiz
sistemsel dönüşüm dönemi Türkiye için “eski güzel günlerin” sonu oldu.

Soğuk Savaş sonrasında Türkiye dış ilişkilerinde
üç nedenle sorun yaşamaktadır: Öncelikle, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi
belirgin şekilde birbirleriyle rekabet eden bloklar artık yok. Geçiş sürecinde
farklı ülkeler birbirleriyle sonucu henüz belli olmayan bir rekabet içindeler.
ABD’nin tek başına tepede konumlandığı bu yapı içerisinde, ABD hegemonyasına
alternatif olarak öne çıkan devletler henüz bu potansiyellerini
gerçekleştiremedikleri için Türkiye gibi ülkeler açısından şimdilik “gerçek
alternatif” olabilmiş değiller. Zaten ara ara ifade edilen “alternatif” ülke
veya ülke gruplarının Türkiye’yle birlikte bir ittifak sistemi oluşturma
arzusunda olduklarına dair bir işaret de yok. Bu ortamda uzun süre alttan alta
rekabet eden AB ile ABD arasında denge arayışındaki Türkiye, bu iki gücün
anlaştığı alanlarda (örneğin Kıbrıs sorunu) zor durumda kalıyor, anlaşma
olmadığı alanlarda (örneğin Irak) ise bu sefer kendi bölgesel çıkarları ile bu
güçlerin karmaşık, çok boyutlu ve küresel çıkarları arasında denge kurmakta
zorlanıyor.[4]

İkinci olarak, Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası
dünyada nerede yer alması gerektiğine dair uluslararası arenada genel bir
anlayış birlikteliği olmakla birlikte, özele inildiğinde büyük güçlerin
paylaşım mücadelesinde Türkiye’nin yeri henüz belirsiz. Tıpkı İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra olduğu gibi, Soğuk Savaş sonrasındaki geçiş sürecinde
Türkiye’yi açıkça yanında görmek isteyen ve bunu zorlayan bir gücün yokluğunda
Türkiye yerini/yönünü bulmakta zorlanıyor. Savaş sonu nüfuz alanları
paylaşımında Türkiye’ye yer verilmediği için, İkinci Dünya Savaşı sonunda
Türkiye bellli bir süre tek başına farklı gruplar arasında kendine yer aramak
zorunda kalmış, bu arada ortaya çıkan Sovyet tehdidine karşı da tek başına
direnmek durumunda kalmıştı. Bu ortamda Türkiye’nin Batı Blokuna yönelmesi bir
taraftan ABD’nin Marshall Planı ve Truman Doktrini ile Türkiye’yi yanına
çekmesi, diğer taraftan Sovyetler Birliği’nin çeşitli talepleriyle Türkiye’yi
korkutup itmesinin sonucuydu. Soğuk Savaş sonrası dünyada ise bu şekilde ne
Türkiye’yi belli bir yöne doğru itecek belirgin ağır bir askeri tehdit, ne de
Türkiye’yi yanına çekme gayretinde olan belirgin bir grup var.

Türkiye’nin genel olarak Batı sistemi içerisinde
olması gerektiği kabul edilmekle birlikte, bu beraberliği sağlayacak temel
bağlantı ve çekim noktaları ile olası birlikteliğin işleyiş kuralları
konularında belirsizlik devam ediyor. 1990’lı yıllarda Türkiye’nin tercihi ve
ABD’nin cesaretlendirmesiyle AB alternatifi öne çıktıysa da Birlik üyelerinin
Türkiye’yi tam üye olarak görme arzularının hızlı değişimi (ve 2020’ler
itibariyle artık hiç arzulu olmamaları) Türkiye’yi tercihini AB’den yana
kullanmakta çekimserliğe itmektedir. Bu çekimin yokluğunda, bir dönem
(1990’lar) denediği ABD birlikteliğinin ise, bu yakınlaşmanın bölgesel gereklerini
yerine getirmek istemediği için ve bu ülkenin de en azından 2014’ten itibaren
yakın çevresinde başka tercihlere yönelmesinden dolayı kısa-orta dönemde
Türkiye için alternatif olmaktan çıktığını gördük. AB ve ABD böylece devreden
çıkınca ve bir dönem gündeme gelen “değerli yalnızlık” söylemi de fayda
etmeyince, Türkiye’ye sadece hayali birliktelik senaryoları geliştirerek,
farklı alternatiflerinin bulunduğu söylemine kendisini inandırmak kalıyor.

Son olarak, Türkiye de Soğuk Savaş sonrasının
belirsizlik ortamında birlikte hareket edeceği devlet ya da devletler grubunu
açıkça seçmekte zaafiyet göstermektedir. Tıpkı İkinci Dünya Savaşı içerisinde
tarafını açıkça ilan etmekten çekindiği gibi, bugün de Türkiye ister istemez
birlikteliğe sürüklendiği Batı’yı açıkça seçmekten çekinmektedir. Bu, bir
taraftan geleneksel dış politikada denge arayışının sonucu iken, diğer taraftan
Batı’yı oluşturan ana eksenlerin (AB ve ABD) bu konuda büyük bir arzu
göstermemelerinin de yansımasıdır. Ayrıca, ülkenin son yıllarda yaşamakta
olduğu kültürel ve sosyal kendini sorgulama sürecinin ve kimlik tartışmalarının
da bunda etkisi olduğu açıktır. Sonunda Türkiye yeniden kendini iç ve dış
siyasetinde birbirlerini besleyen krizler ve sorunlar sarmalıyla karşı karşıya
bulmuştur. Bu ortamda başarılı dış politikanın geleneksel dayanak noktaları
olan istikrarlı iç siyasi yapı, dengeli ekonomik gelişme ve yerinde askeri güç
kullanımı unsurlarında yaşanan aksamalar Türkiye’nin dış ilişkilerine
belirsizlik ve kararsızlık şeklinde yansımaktadır.

Bu şekilde sürekli kendini sorgulayan ve dışardan
bir tehdit tarafından itilmeyen ya da güçlü bir tercihle çekilmeyen Türkiye
için Soğuk Savaş sonrasının erken geçiş yılları (1990’lar) tıpkı 1970’ler gibi
kayıp yıllar olmuştur. 1970’lerde ülkede yaşanan siyasi karmaşa ve
parçalanmışlık nedeniyle iç ve dış politikalarında adım atamayan Türkiye,
1990’larda ise alternatifsizlik ile sanal alternatifler arasında gidip
gelmiştir. Benzer şekilde 2000’li yılarda da uluslararası sistem içerisinde
bulunmak istediği yere tam olarak karar vermeyen Türkiye, önüne çıkan olası
alternatif birlikteliklerin hiç birisinin gereklerini yerine getirmeye cesaret
edememektedir. AB, ABD, NATO, Rusya, Avrasya, Türk Dünyası, Şanghay İşbirliği
Örgütü, İslam Dünyası, tam bağlantısız ya da benzeri tüm seçenekler belirli
davranış kalıpları gerektirmektedir. Türkiye ise bir taraftan kendi içinde
yaşadığı ikilemler, diğer taraftan uluslararası sistemin evrim yönüyle ilgili
netleşmeyen değerlendirmeleri nedeniyle bu seçeneklerin hiç birisinin
gereklerini tam olarak yerine getir(e)mediğinden uluslararası ilişkilerinde hep
daha karmaşık ve zor tercihlere sürüklenmektedir.

O kadar ki, Türkiye 1975’te ABD ambargosuyla
karşılaştığında bile uluslararası ilişkilerinde bu kadar sıkışmamıştı. Zira o
zaman bile Türkiye’nin hangi bloka ait olduğuna dair kuşku yoktu, sorun Batı
Bloku içindeki bir anlaşmazlıktan ibaretti ve Türkiye’nin ihtiyaçları da Blok
içinde başka kaynaklarca karşılanmıştı. Bugün ise Türkiye aynı anda AB ve ABD
ile ilişkilerini gerginleştirme, buna karşılık Avrasya, Rusya ya da bölgesel
başka alternatif birliktelikler oluşturamamasının sonuçlarını tecrübe
etmektedir. Türkiye’nin “ABD ile ilişkilerin düzeltilmesi”, “Rusya ile
stratejik ortaklığın geliştirilmesi”, “AB’ye tam üyelik misyonundan
vazgeçilmemesi” ve “dış ilişkilerde stratejik otonomi” gibi alternatif
önermelerin gereklerini yerine getirme niyeti olmadığından -ya da en azından
dışardan bakınca net gözükmediğinden- çelişkili açıklamalar yapmak siyaseten
çekici gözükebilir; fakat çok-taraflı dış politika izlemeyle alakası olmayan bu
tür açıklamaların Türkiye’nin uluslararası arenada inanılırlığına sürekli darbe
vurduğunu unutmamak gerekir. Vatandaşın kafasını karıştırıp, olmayacak
alternatifler etrafında heyecanlar ve 2022 itibariyle Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri olduğuna
inanmayan sadece yüzde 36’lık bir kitle bırakacak kadar komplolar üretilmesine
katkıda bulunmak da cabası…


[1] John J. Mearsheimer, “Back to the Future:
Instability in Europe After the Cold War”, International Security, 15/4,
1990: 5-56.

[2] 1991’in üzerinden 32 yıl
geçti; 10’ar yıl arayla 1991 (Soğuk Savaş’ın sona ermesi), 2001 (11 Eylül
saldırıları) ve 2011’den (Arap ayaklanmaları) sonra olmak üzere en az üç defa
“yeni dünya düzeni” kuruldu ama bugün hala kesinlikten uzak bir şekilde
uluslararası sistemin nereye evrileceğini tartışıyoruz.

[3] 2023 itibariyle AB’nin
Balkanlardaki genişleme süreci kendi mecrasında devam ediyor, Ukrayna ve
Moldova’ya adaylık yolu açıldı, Gürcistan’a ise eksiklerini giderdiğinde aday
olabileceği ifade edildi. NATO tarafında ise İsveç ve Finlandiya üyeliğe
başvurdular, arzulu diğer ülkeler için “açık kapı” politikasının devam ettiği
vurgulanıyor ve üyeler Rusya ile savaşında Ukrayna’ya destek veriyorlar.

[4] Bu noktada bir güncelleme
şart gözüküyor. 2023 itibariyle uluslararası sistemdeki rekabet 2005’e oranla
daha net gözüküyor. Her ne kadar Çin en azından şimdilik “kutuplu” bir rekabet
içine girmek istemediğine dair işaretler veriyorsa da, ana çekişme eksenleri
olarak ABD ve Çin öne çıkarken, Rusya’nın 24 Şubat 2022’de başlayan Ukrayna
işgali, ABD ile AB ülkeleri arasındaki farklılıkları büyük ölçüde arka plana
atarak NATO uyumunu güçlendirdi ve ABD liderliğinde “Batı” blokunu büyük ölçüde
perçinledi. Buna karşılık 2005’te potansiyel ana aktörler olarak görülebilen AB
ve Rusya ile ikincil dengeleyici güçler olarak ifade edilen Hindistan,
Brezilya, Japonya gibi ülkeler bu konumlarını büyük ölçüde kaybettiler. Türkiye
açısından ise belirsizlik hala devam ediyor. Zaman zaman gündeme getirilen
Rusya ve/veya Çin alternatifleri hala alternatif olmaktan uzaklar. Öte yandan
Türkiye henüz sistemin iki kutupluluğa evrilmekte olduğuna kani olmuş değil ve
mevcut “kutupsuz” veya “çok-lu kutuplu” yapıda “Batı yakınsamalı stratejik
otonomi” duruşunu tercih ediyor. Türkiye söz konusu olduğunda 2005’te
gözlemleyebildiğimiz AB ile ABD arasındaki farklılıklar, 2020’li yıllara doğru
büyük ölçüde kaybolduğundan, son yıllarda Türkiye dış ilişkilerinde genelde
karşısında daha yekpare bir yapı buluyor ve yakın çevresindeki hareket alanı
daralıyor. Buna çare olarak bir süredir kullanılan Rusya ile işbirliği ise bu
ülkenin Ukrayna’yı işgalinden sonra giderek sıkışan bir alana işaret ediyor.


Prof. Dr. Mustafa Aydın, Kadir Has Üniversitesi

Prof. Dr. Mustafa Aydın, Uluslararası İlişkiler Konseyi Yönetim Kurulu Başkanı ve Kadir Has Üniversitesi Öğretim üyesidir. Halen Euro-Mediterranean University (Slovenya) Senato Üyeliği ve World Council for Middle Eastern Studies Yönetim Kurulu üyeliği görevlerini sürdüren Prof Aydın, European Academy of Sciences and Art, European Leadership Network, Global Relations Forum, Turkish Atlantic Council, International Political Science Association ve International Studies Association üyesidir. Bugüne kadar yurt içi ve dışında çok sayıda üniversite ve araştırma merkezinde çalışmalar yürütmüş olan Aydın’ın Türk dış ve güvenlik politikaları, uluslararası güvenlik, uluslararası ilişkiler teorileri ile Karadeniz, Kafkaslar ve Orta Asya bölgeleri jeopolitik ve güvenliği üzerine yayınlanmış çok sayıda çalışması bulunmaktadır.


Bu yazıya atıf için: Mustafa Aydın, “Eski Düzenden Yeni Düzensizliğe Türkiye’nin Yeri” Panorama Analiz, 11 Ocak 2023, http://www.uikpanorama.com/blog/2023/01/11/ma/


Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.