Panorama Soruyor

“20. yılında ABD’nin Irak’ı İşgalinin Ulusal, Bölgesel ve Küresel Sonuçları” – Ebru Canan-Sokullu – Bezen Balamir Çoşkun – Mustafa Aydın

Irak’ın işgalinden bugüne Orta Doğu bölgesine yönelik Amerikan dış politikasının değişiminde Irakta yaşananların etkisi ne oldu?

Iraka Özgürlük Operasyonu’nun ABDnin uluslararası konumu ve prestiji ile küresel siyasal sistem üzerindeki uzun erimli etkileri neler olmuştur?

Irak’ın işgali ve devamında bu ülkede yaşananları Türkiye açısından nasıl değerlendirmek gerekir? Irak’ın işgali ve devamında bu ülkede yaşananları Türkiye açısından nasıl değerlendirmek gerekir?


Dünya 1991 bitip 1992’ye girerken bir taraftan Soğuk Savaş’ın bitimini kutlarken, diğer taraftan iki kutuplu uluslararası sistemden tek kutuplu düzene geçişin sancılarını yaşıyordu. Aynı dönemde Irak’ın Kuveyt’i işgali ve takip eden uluslararası reaksiyon bir taraftan Soğuk Savaş Sonrası yeni dünya düzeninin ve kalan tek süper gücün aynı zamanda sistemin hegemonu olup olmayacağının test edilmesine alan açarken, diğer taraftan Irak’ı uluslararası gündemin üst sıralarına taşıdı. Temel olarak Irak’ın Kuveyt işgalini sonlandırmak amacıyla ABD öncülüğünde bir araya gelen uluslararası koalisyon güçlerince gerçekleştirilen Birinci Körfez Savaşı, aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi nezdinde alınan kararlar ve Rusya dahil sistemin önemli ülkelerince onaylanması ile uluslararası sistemde ABD liderliğini meşrulaştırdı. Bu kapsamda, hem müttefiklerinin hem de bölgedeki ülkelerin desteğini alan ABD kısa sürede Irak’ın Kuveyt’ten çıkmasını sağladı.

Prof. Dr. Ebru Canan-Sokullu
Bahçeşehir Üniversitesi

Prof. Dr. Mustafa Aydın
Kadir Has Üniversitesi

Doç. Dr. Bezen Balamir Coşkun
TED Üniversitesi

Buna karşılık, 10 yıl sonra 2001’de gerçekleşen 11
Eylül terör saldırılarının ardından ABD Başkanı George W. Bush’un
başlattığı “teröre karşı savaş”, başta bir kısmı gönülsüz de olsa uluslararası
aktörlerin büyük çoğunluğunun desteğini alsa da, ABD yönetiminin hedefini
“kitle imha silahlarına sahip olduğu” gerekçesiyle Saddam Hüseyin rejimini
devirmek amacıyla Irak’a
müdahaleye çevirince bu destek hızla eridi. ABD’nin
Irak’a müdahale gerekçelerinin uluslararası alanda ikna edici bulunmamasının yanı
sıra, dünyada yükselen savaş karşıtlığı ABD’nin 19
Mart 2003’te başlattığı hava saldırıları ve
ardından 20 Mart’ta gelen kara operasyonuyla devam eden “Irak Özgürleştirme
Operasyonu”nda büyük ölçüde yalnız kalmasına yol açtı. Böylece sadece ABD ve
ABD’yi destekleyen bir avuç ülkeden
oluşan “İstekliler Koalisyonu”nun uluslararası meşruiyeti olmadan başlattığı bu
müdahale bölge tarihinde “ABD’nin Irak’ı işgali” olarak yerini aldı.

Üzerinden 20 yıl geçmesine rağmen müdahalenin
uluslararası sistem üzerindeki izleri hala çok belirgin. Bu kapsamda, Panorama
olarak, Soğuk Savaş sonrası dünya düzenini sarsan en önemli olaylardan biri
olan Irak’ın işgalinin yirminci yıldönümünde uzun erimli sonuçlarını dış
politika ve güvenlik uzmanlarına sorduk. Aşağıda okuyacağınız değerlendirmelerin
de gösterdiği gibi, Irak’ın işgali uluslararası sistemin her seviyesinde kalıcı
izler bıraktı. Başta ABD olmak üzere, işgalin muhatabı Irak, tüm bölge ülkeleri
ve daha geniş düzlemde uluslararası sistem işgalin sonuçlarından farklı
yoğunluklarda etkilendiler.

Öncelikle, ABD’nin
küresel hegemon olma iddiasına büyük darbe vuran bir dizi gelişme ile bölgedeki
varlığı ve meşruiyeti tartışmaya açıldı. Irak’ın işgali sonrasında kurulan “ABD
Irak için Yeniden Yapılandırma ve İnsani Yardım Bürosu” (ORHA) ve savaşın
sonlandırıldığının duyurulmasının ardından oluşturulan “Geçici Irak Yönetimi”
aracılığıyla Saddam sonrası yönetim ve güvenlik inşası çabaları Irak’ın hızla
sivil savaş sarmalına çekilmesiyle başarısız oldu. Irak’a
uygulanan ambargo Irak ekonomisinin çökmesine ve halkın açlık ve sefalete mahkûm
edilmesine yol açtı. Irak’taki
otorite boşluğu, ekonomik kriz, açlık ve fakirlik bir yandan ABD’nin
ülkedeki varlığı zora sokarken, diğer yandan radikal İslami örgütlerin hızla
örgütlenerek gelişmelerine alan açtı.

İşgalin son dakika gerekçelerinden biri olarak
ABD’nin “Orta Doğu bölgesine demokrasi ve istikrar getirme” vaadi gerçekleşmediği
gibi bu yolda yapılanlar bölgede daha fazla istikrarsızlığa ve çatışmaya yol
açtı. Irak yıllar boyu sürecek bir iç savaşa sürüklenirken, 2011’de
başlayan Arap Ayaklanmalarının ardından bölgede etkili olan radikalleşme 20
yıldır varlığını sürdürüyor. El Kaide’nin
içinden çıkan ve ondan daha acımasız bir terör örgütü olan IŞİD’in
eylemleri bölgeyi kasıp kavururken Batı dünyasını da vurdu.

Bu arada, Irak’ın işgalinden en çok etkilenen
bölge ülkelerden biri de Türkiye oldu. Doğu ve güneydoğu sınırlarında 1980’de
İran-Irak Savaşı ile başlayan çatışma ve istikrarsızlık, kesintisiz devam
ederek 2003’te Irak’ı işgali sonrasında katlanarak arttı. Özellikle Kuzey Irak’ta Kürdistan Özerk Bölgesi’nin
kurulması ile Türkiye’nin ulusal
güvenliğine en büyük tehdit olarak tanımlanan PKK’nın
Kuzey Irak ile bağlantıları 2003 sonrasında Irak’ta
yaşanan gelişmeleri Türkiye’nin hem iç
hem de dış politika ve güvenlik gündeminin önemli unsuru haline getirdi.

Bu kapsamda, Panorama uzmanlarımızdan gelen
değerlendirmelerle 20. yılında ABD’nin Irak’ı
işgalinin ulusal, bölgesel ve küresel sonuçlarını yeniden tartışmaya açmak
istiyoruz. Keyifli okumalar dileriz…

***** ***** ***** *****


Irak’ın İşgali, Demokrasi ve İstikrar Vaadi ve Gelinen Nokta

Prof. Dr. Binnur Özkeçeci-Taner
Hamline University

ABD öncülüğünde 19 Mart 2003’te hava operasyonuyla başlayan ve “Irak Özgürlük Operasyonu” olarak adlandırılan işgalin Irak, ABD, Ortadoğu ve uluslararası sistemde yol açtığı şiddetli sarsıntılar işgalin 20. yılında dahi etkisini sürdürmektedir. Özellikle liberal dünya düzenin sallantıda olduğu bu dönemde ABD’nin Irak işgalinin sonuçları kuvvetli olarak hissediliyor.

ABD’nin Irak’ı işgalinin yol açtığı bölgesel ve küresel sorunları şöyle sıralayabiliriz: Irak’ın işgalinin hemen sonrasında ön plana çıkan ve ilerleyen yıllarda bölgeye yayılan mezhep çatışmaları, ABD’nin özellikle vurguladığı ve Irak kanalıyla tüm Ortadoğu’ya yayılacağına inandığı “demokrasiye geçiş sürecinin” geçen 20 yılda gerçekleşmemesi, bölgede ortaya çıkan ve İran ile Suudi Arabistan’ın önderliğini yaptıkları iki kutuplu yeni bir güç dengesine geçilmesi. Bunların bir sonucu olarak da ABD’nin küresel liderliğinin sona ermekte olduğu üzerinde tartışmalar başladı. İşgalin uzun erimli ve literatürde yoğun tartışılan bu sonuçları dışında üzerinde durulması gereken üç ayrı konu daha var. Bunlar Türkiye açısından da önemli konular.

2003 Irak işgalinin en önemli sonuçlarından birisi Saddam
Hüseyin rejiminin ortadan kalkmış olması. Saddam rejiminin yıkılması ve 2003
Irak işgalinin önünü açtığı Arap Baharı, Ortadoğu’da kuruldukları ilk yıllardan
itibaren çoğunlukla askeri lider bazlı otoriter rejimler altında yaşayan halklarını
otoriteye meydan okuma konusunda yüreklendirdi. Kısacası, 2003 Irak işgali
Aralık 2010’da başlayan Arap Baharı için önemli bir katalizör olarak
görülebilir. Son 20 yıldaki gelişmeler ve Arap Baharı dönemindeki meydan
okumalar Ortadoğu’da “demokratikleş(tir)me misyonunun” tam olarak başarılması
anlamına – en azından şimdilik – gelmedi.

Varılan nokta Ortadoğu’nun eskiden olduğu gibi,
istikrarlı ve değişmez düzenin devam edeceği bir bölge olmadığını gösteriyor.
Bu durumun tespiti Amerikalı ve Avrupalı karar vericilerin bölgeye bakışını farklı
bir boyuta taşıdı. Bölgenin ekonomik, sosyal ve siyasal dinamiklerini daha iyi
anlamanın önemini de beraberinde getirdi.

Artan güvenlik sorunları ve özellikle ön plana çıkan mezhep çatışmalarının hem devlet hem de devlet
dışı aktörler vasıtasıyla bölgede yayılan etkisi haklı olarak 2003 Irak
işgalinin uzun erimli sonuçları olarak ön planda incelenmekte. Bu konulara, Irak işgalinin İsrail-Filistin çatışması üzerindeki olumsuz
etkisini eklemekte fayda var. 2000 yılında başlayan Mescid-i Aksa Ayaklanması Filistin davasını canlı
tutmaya çalışan ve İsrail’le birlikte ABD’yi
de bu çatışmanın nihai sonuca
ulaşması konusunda baskı altına alabilecek bir
ayaklanmaydı. Nitekim, Irak işgalinin
ilk aylarında ABD’nin değişik düşünce merkezlerinde, Saddam rejiminin yıkılması
ve Ortadoğu’da demokrasi hareketinin başlamasıyla beraber ABD’nin İsrail-Filistin çatışmasını
çözebilecek yenilenmiş bir Arap-İsrail barış sürecinin de başlatabileceğine
dair umutlar vardı. Fakat, işgalin önemli bir sonucu olarak İran’ın bölgedeki
beklenmedik yükselişi, özellikle Mahmud
Ahmedinejad’ın 2005’te İran’da cumhurbaşkanlığına gelmesiyle beraber
İsrail’e karşı artarak
devam eden tehditleri ve 2004 sonlarından itibaren Irak’ta ve bölge genelinde el-Kaide
bağlantılı radikal İslam örgütlerinin yarattığı
istikrarsızlık, İsrail iç siyasetinin ve
dış politikasının giderek daha da sağa kaymasına yol açtı. Tüm bunların en belirgin
sonucu,
Binyamin Netanyahu liderliğindeki İsrail’in, Batı Şeria’da artan baskıları ve olası bir barış sürecini neredeyse tamamen
reddetmesi oldu. Kısacası, olası bir Filistin-İsrail barış sürecini Irak
işgalinin zayiatı olarak görebiliriz.

Son olarak, George W. Bush hükümetinin tek taraflı bir
kararla, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı müttefikleriyle
üzerinde anlaşmış olduğu prensipleri ve normları hiçe sayarak Irak’ı işgal etmesi, uzun süre önderliğini yaptığı liberal dünya
düzeninin günümüzde ciddi olarak sallantıda olmasının da en önemli sebebi oldu.
Buna ek olarak, Irak işgalinin ABD’nin iç siyasetindeki etkisini de unutmamak
gerekir. Irak işgali ABD kamuoyunca istenmeyen ve sayısız bürokrat ve
akademisyen tarafından tavsiye edilmeyen bir tercih savaşıydı (“war of
choice
”). Bu nedenle ABD iç siyasetinde bugün gördüğümüz aşırı kutuplaşma
ve hükümet kararlarına duyulan güvensizlik Irak işgalinin ABD’yi
doğrudan etkileyen sonuçları olarak görülmelidir.

ABD iç siyasetindeki gerginlik ve transatlantik ilişkilerdeki kırılma Türkiye’nin
bugünkü güvenlik ve ekonomik kararların açısından da önemli bir faktör olarak
ülkenin dış politikasını etkilemekte ve önümüzdeki günlerde de etkilemeye devam
edecek gibi görünüyor.


***** ***** ***** *****


Dünyanın ve Türkiyenin Geleceğini Zora Sokan Irak Savaşı

Prof. Dr. Nasuh Uslu Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi

Günümüzde uluslararası sistemin tekrar Soğuk Savaş benzeri rekabet ve çatışma ağırlıklı bir sisteme dönüşmesinde ABDnin Soğuk Savaş sonrasında tek yanlı müdahaleleri tercih ederek diğer güçlerle iş birliği çerçevesinde ortak sorunlara yönelmemesinin büyük etkisi var.

2003 yılında Amerikan yönetimi Irak’a müdahale kararı alırken temel motivasyonu ve söylemi, 11 Eylül saldırılarıyla kendini gösteren uluslararası terörizmin kökenindeki nedenlerle mücadelede uzun vadeli sürecin ilk adımını atmaktı. George W. Bush yönetimi, Bush Doktrini çerçevesinde ABD’ye yönelik tehditleri daha tehdit haline gelmeden ortadan kaldırma kararlılığını göstermek üzere Irak’a müdahale kararı alırken aynı zamanda terörizme destek veren ve halkının haklarını ihlal eden bir rejimi yıkma niyetini de açıkça ortaya koyuyordu. Bu şekilde ABD, Orta Doğuda terör üreten ve terörizmi destekleyen bir rejimi yıkıp yerine halkının çıkarları doğrultusunda hareket eden istikrarlı bir demokratik yönetim kurarak diğer Orta Doğu halklarına ve yönetimlerine gerekli mesajı verecek ve onları demokrasiye yönelme konusunda hem teşvik edecek hem de zorlayacaktı. Fakat, Amerikan yönetimi Irak ile ilgili iyi niyetleri konusunda ne kendi halkını ne Batı kamuoyunu ne de Orta Doğu halklarını ikna edebildi. Savaşın gerekçeleri konusunda Amerikan yöneticilerinin tam bir aldatmaca oyunu oynadıklarının herkesçe görülmesi, sonraki dönemde ABD’nin Orta Doğu politikalarına güven duyulması bakımından ciddi bir sorun oluşturdu.

Ayrıca ABD’nin savaş
sonrasında Irak’ta istikrarı
sağlayamaması ile Irak’taki Müslüman halka kötü muamelesi nedeniyle Irak’ta Müslüman radikal unsurların da dahil olduğu ABD karşıtı direnişin ortaya çıkması ABD’nin
Orta Doğu bölgesine yönelik politikalarında ciddi bir karmaşa ve değişiklik
yaşanmasına neden oldu. Irak’ta tıkanıp kalan ABD, terörizmi kökeninde kurutmaya yönelik bölge halklarının
sorunlarıyla ilgilenme ve demokratikleşme konusunda onlara yardımcı olma
politikası izleyemedi. Orta Doğu’nun temel sorunu olan İsrail-Filistin çatışmasını sona erdirme yönünde
ciddi adımlar atamadı. Irak’taki El-Kaide yapılanmasından dönüşen IŞİD ile
mücadeleye odaklandığı için Suriye’de Rusya ve İran karşısında gerileme yaşadı, müttefiki
Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturan
unsurlarla işbirliğine girerek bu ülkeyle ilişkilerini zora soktu. Irak Savaşının yarattığı psikolojik ortam, ABD’nin
Müslüman halklardan iyice uzaklaşıp aşırı İsrail yanlısı
bir çizgiye gelmesine neden olurken ABD’nin
bölgedeki kabul edilirliği ciddi bir darbe aldı. Kısaca Irak Savaşı’nın başlattığı süreç, ABD’yi Orta Doğu bölgesinde yabancı ve etkisiz bir aktör
haline dönüştürdü.

Bu şekilde dönemin tek süper gücü olan ABD’nin
Irak Savaşı, geçmiş dönemlerde olduğu gibi bir büyük gücün çıkarları
çerçevesinde zayıf bir güce müdahale niteliği taşımanın ötesine geçemedi ve
dünya sisteminin ortak sorunları çözmeye yönelik insan hakları ve uluslararası
hukuk temelli yapıcı bir sisteme dönüşmesi sağlanamadı. Günümüzde uluslararası
sistemin tekrar Soğuk Savaş benzeri rekabet ve çatışma ağırlıklı bir sisteme
dönüşmesinde ABD’nin Soğuk Savaş
sonrasında tek yanlı müdahaleleri tercih ederek diğer güçlerle işbirliği
çerçevesinde ortak sorunlara yönelmemesinin de büyük etkisi var.

Irak Savaşı ve sonrasında Irak’ta
yaşananların bugün Türkiye’nin
karşılaştığı temel dış politika ve güvenlik sorunlarının nedeni olduğunu
söylemek mümkündür. Bir kere savaş ve sonrasındaki gelişmeler Türkiye’nin güvenliği açısından içinden çıkılması zor sorunlar
doğurmuştur. Sınır komşusundaki güç boşluğu Türkiye’yi
hedef alan terör unsurlarının güçlenmesine ve eylemlerini artırmalarına neden
olmuş, Türkiye ABD ve NATO’yla olan
ilişkilerden dolayı bunlara yeterli tepki verememiştir. Türkiye kaynaklarını terörle mücadeleye ayırmak zorunda kaldığı gibi gerçekleştirmek zorunda kaldığı sınır ötesi operasyonlardan
dolayı Batıyla ilişkilerini zora sokmuştur. Türkiye Batılı müttefikleriyle çok
daha yapıcı bir ilişki kurabilecek ve Batıyla bağlarını güçlendirebilecekken
Irak kaynaklı sorunlar nedeniyle Batıdan gittikçe uzaklaşmıştır. Irak’la ilgili olarak kendi güvenliğini sağlama temelinde izlediği politikalar
ABD’yle ve AB
üyeleriyle ilişkilerini bir türlü düzeltememesine neden olmuştur. Yine Irak El Kaide’sinden dönüşen IŞİD’in Suriye’deki varlığı
ve onunla mücadelede Kürt unsurlarla işbirliği yapılması konusunda Batılı devletlerle yaşadığı anlaşmazlıklar Türkiye’yi neredeyse Batıyla ittifak
ilişkilerini kaybedecek noktaya getirmiştir. Türk dış politika karar vericileri Irak Savaşının neden olduğu sorunları dikkate
alarak Suriye’de kendileri etkin
olmaya kalkınca aslında Irak’ta
yaşananların benzeriyle Suriye’de
karşılaşılmıştır. Dış güçlerin müdahalesi Suriye’deki çatışmaları sonu gelmez bir iç savaşa dönüştürürken
ve böylece Suriye devlet olma niteliğini kaybederken bu ülkede ortaya çıkan
istikrarsızlık Türkiye açısından sınır güvenliği ve göçmenler gibi büyük
sorunlar doğurmuştur. Böylece Irak Savaşının başlattığı süreç çerçevesinde Türkiye’nin sınır komşusu olan ülkelerin bir türlü istikrara
kavuşamamış olması, Türkiye’yi bu
ülkelerle dış politika, güvenlik, ekonomi, ticaret, kültür vb. alanlarda
karşılıklı fayda sağlayıcı ilişkiler geliştirmekten mahrum bırakmış ve dış ve
güvenlik politikalarında ciddi savrulmalar yaşamasına neden olmuştur.


***** ***** ***** *****


Prof. Dr Evren Çelik-Wiltse
South Dakota State University

20 Yıllık Pişmanlık


2003 baharında başlayan Irak Savaşı, ABD dış politikası açısından pek çok kalıcı ve olumsuz etki bıraktı. Irak savaşı, Teksas Valiliğinden gelip ABD Başkanı seçilen, ilk resmi ziyaretini Meksika’ya yapmış, gündeminin başında göçmen reformu, ABD-Meksika ilişkileri ve serbest ticaret anlaşmaları olan bir başkanı tamamen Orta Doğu’ya ve askeri müdahalelere angaje etti. Bu büyük ‘eksen kaymasının’ yanı sıra Irak savaşı, Başkan dış politikada yeterince deneyimli değilse, ABD dış politikasının nasıl kolayca küçük bir kliğin eline geçebileceğini gösterdi. Başkana yakın bu kliğin grup dinamiği (“group think”) zaafıyla kendileriyle çelişen uzmanları ve uluslararası kurumları kolayca göz ardı edebildiği ortaya çıktı. Bu kapalı klik, kabinede savaş tecrübesi olan yegâne bakanı, dışişlerinden sorumlu Colin Powell’ı etkisizleştirebildi; hatta eline tutuşturdukları şaibeli belgelerle BM’de dünya kamuoyunu ikna etmek zorunda bıraktı. İşgal öncesi çoğu realist ekolden 33 önde gelen akademisyenin ceplerinden para vererek New York Times gazetesinde yayınlattığı savaş karşıtı açık mektup hiçbir etki yaratmadı. Benzer şekilde Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) raporları ve gözlemcilerin Irak’ta nükleer tehdit bulamadıklarına dair açıklamaları da inkâr edildi.

Uluslararası alanda
ise Irak Savaşı, ABD’nin 11 Eylül sonrası aldığı yasal ve meşru konumu sarstı.
El Kaide’nin yerleştiği Afganistan’a karşı uluslararası hukuk çerçevesinde,
NATO ile ortaklaşa gerçekleştirilen askeri müdahale, peşi sıra gelen gayrimeşru
Irak işgali ile yerle bir oldu. Pek çok uzmanın uyarısına rağmen, ABD en çok
çekindiği ‘aynı anda 2 cephe’ açmazı ile karşı karşıya kaldı. Irak işgali ve
sonrasındaki insan hakları ihlalleri, özellikle Ebu Gureyb askeri hapishanesinde çekilen
görüntüler, 11 Eylül sonrası ABD’ye yönelik küresel sempati dalgasını tüketti,
ülkenin imajına kalıcı zararlar verdi.

2000 yılındaki genel
seçimlerde Florida’daki oy sayımında yaşanan tartışmalar nedeniyle G.W. Bush
kıl payı bir farkla, mahkeme kararı ile başa gelmişti, meşruiyeti kısıtlıydı. Fakat
11 Eylül saldırıları ve Afganistan savaşının yarattığı savunmacı-milliyetçi
ortamda, Siyaset Biliminde ‘rally around the flag’ (“bayrak altında
birleşme”) olarak tanımlanan toplumsal psikoloji sonucu G.W. Bush’un görev onayı
saldırı öncesindeki %50’lerden hızla %80’in üzerine çıktı. Halkın gözünde
popülaritesi bu denli yüksek bir Başkan varken, Irak’a şaibeli bir askeri
müdahale yapmak daha da kolay oldu. Fakat Orta Doğu’da yıllar yılı devam eden
rejim değişikliği çabaları bir yanda sürekli federal bütçeden artan paylarla
genişleyen askeri-endüstriyel-özel danışmanlık ağları yaratıp kamu bütçesine
ağır yükler oluştururken, öte yandan dünya tarihi okuması son derece zayıf ABD
kamuoyunda Orta Doğu’nun tamamına karşı bir olumsuzluk ve yılgınlık hissi
yarattı. Kurumsal devamlılık ilkesi nedeniyle sonraki başkanların da devralıp
değiştiremedikleri Irak sorunu, İŞİD gibi daha da büyük sorunları doğurdu.
Özellikle Obama yönetimi dış politika eksenini Asya’ya çevirmek istediğini
defalarca ifade ettiyse de Orta Doğu’dan çıkmayı başaramadı.

20 yılın sonunda,
gerek ABD’li karar alıcılarda, gerekse ABD kamuoyunda ağırlıklı görüş, Irak
savaşının hatalı, gereksiz, ABD’nin ulusal çıkarlarına hizmet etmeyen bir
askeri girişim olduğu yönünde. Nitekim savaşın başlamasından 20 yıl sonra ABD
Kongresi’nde o dönemde G.W. Bush yönetimine verdiği askeri operasyon yapma
iznini geri çeken bir kanun önerisi bulunuyor. Bu tabii
ki sembolik bir duruş. Kongre benzer bir tavrı Vietnam savaşından neredeyse
elli yıl sonra da gösterip tezkereyi geri çekme kararı almıştı. Irak savaşı
için yürütme erkinin başına verilen askeri güç kullanma yetkisi halen teknik
olarak geçerli. Yani herhangi bir Başkan, bu eski tezkereye dayanarak Irak’a
yeniden asker çıkarabilir. Bu nedenle tezkere iptali önergesi biri Demokrat,
diğeri Cumhuriyetçi iki Senatör tarafından oya sunuldu. Sadece bu tezkerenin geri alınması
önergesi
bile ABD’de kamuoyunun 20 yıl öncesinin tam tersine
döndüğünün göstergesi sayılabilir. Fakat maalesef tarih geriye sarılamıyor.
ABD’nin uluslararası sisteme verdiği zararlar pek çok teorik çerçeveden
incelendi ve incelenmeye devam ediyor.

Realistler bu hatayı tek kutuplu
dönemde kendisini dengeleyecek unsurların bulunmaması nedeniyle hegemon gücün
güç zehirlenmesi (
over-reach) olarak
görürken, liberal ve kurumsalcı akademisyenler sistemde en önemli kural
koyuculardan olan ABD’nin kuralları hiçe saydığında ortaya çıkan maliyetin
altını çiziyorlar.

Türkiye maalesef ABD’nin Orta
Doğu maceralarından en olumsuz etkilenen ülkelerden biri oldu. Uluslararası
hukuk çerçevesinde gayri meşru bir askeri müdahalede yer almayıp tezkereyi TBMM’de reddetti. Fakat bu durum Türk-Amerikan ilişkilerine
gerginlik olarak yansıdı. Irak’ta savaş
sonrası gerçekleşen bölgesel ve etnik bölünmeler, Türkiye’nin
yıllardır çözemediği demokratik sorunlarına bir de sınır ötesi boyut ekledi.
Sonuç olarak Türkiye’nin kendi iç sorunu
olarak gördüğü problemler bölgesel, hatta Türk-ABD ilişkilerinde yarattığı
gerginlik nedeniyle küresel sorunlara dönüştü.

***** ***** ***** *****


“Irak’ın İşgali ve Amerikan Hegemonyasının Krizi”

Dr. Mehmet Ali Tuğtan
Bilgi Üniversitesi

2003 yılında Irak’a girerken G. W. Bush yönetiminin amaçlarından biri de, Irak müdahalesi sonrasında İran ve Suriye ile de hesaplaşmaktı. Fakat, Irak’ta nispeten kolay bir işgalin ardından ülkenin yeniden istikrara kavuşturulması için atılması gereken somut ve makul adımların hiçbirinin atılmaması, Amerikan işgaline karşı silahlı direnişe yol açtı. Bu direniş, hem ABD’nin uluslararası prestijini hem de zaten meşruiyeti tartışmalı olan işgalin kamuoyu desteğini ortadan kaldırdı. ABD, 1990’lardaki tek kutuplu dönemde sahip olduğu “İyi Niyetli/Zararsız Hegemon” (“Benevolent/Benign Hegemon”) unvanını yitirdi. Üstelik, Soğuk Savaşın sonundan 2010’lara kadar süreceği öngörülen rakipsiz hegemonya döneminde, savunma bütçesini 2010’larda karşısına çıkması beklenen Çin ile mücadelede kullanacağı geleceğin teknoloji ve silah sistemlerini geliştirmek için harcaması gerekirken, bu kaynakları Irak’ta (aynı zamanda Afganistan’da) devam eden direnişle mücadelede harcadı.

Böylece dünya ekonomisini sarsan 2008 Finans Krizi
Amerikan ekonomisini vurduğu ve G. W. Bush yönetimi ikinci döneminin sonuna
geldiğinde ABD, hem prestijini yitirmiş hem de ekonomisi ve askeri gücü
yıpranmış bir hegemon görünümündeydi. Nitekim G. W. Bush dönemini takip eden
Obama ve Trump yönetimlerinin önceliği, Amerikan ekonomisinin gördüğü hasarı
tamir etmek için gerekli kaynakları yaratmak, bunun için de askeri
harcamalarını azaltmak oldu. Bu bağlamda Obama yönetimi Irak’tan
çekilirken, Trump yönetimi de Afganistan’dan
çekilmenin alt yapısını hazırladı. Üstelik, hem Obama hem de Trump döneminde
ortaya çıkan krizlerde ABD, askeri güç kullanımı konusunda eskiye kıyasla çok
daha çekingen davrandı. Bu durumun ortaya çıkardığı güç boşluğu, küresel
düzeyde Çin ve Rusya gibi büyük güçlerin, bölgesel düzeyde de İran, İsrail,
Hindistan, Türkiye gibi orta boy güçlerin manevra alanını genişletti.

20 yılın ardından geriye dönüp baktığımızda, Irak’ın
işgalinin Amerikan hegemonyasının sonunu getiren krizi tetiklediğini
düşünüyorum. Savaşın yarattığı hegemonya krizi, ardından gözlemlenen gevşek çok
kutupluluk ve bunun da Rusya
nın Ukraynayı işgalinin ardından giderek ittifaklar çerçevesinde sıkışmaya başlaması
bu varsayımı destekler nitelikte.

İnsanlığın ortak umudu, Ukrayna savaşının büyük güçler
arasında bir genel savaşa dönüşmemesi. Zira iklim krizi başta olmak üzere insan
kaynaklı nedenlerle ekosistemin bu ölçüde yıprandığı ve kırılganlaştığı bir
dünya, günümüz silah teknolojileri ile girişilecek genel savaşları kaldıracak
durumda değil. Bu basit gerçeğin, büyük güçler arasındaki hegemonya
mücadelesini sınırlamasını umuyoruz.

Türkiye, TBBM’de 1 Mart
2003 Tezkeresinin gerekli nitelikli çoğunluğu elde edememesi sonucunda Irak’ın
işgali sırasında Amerikan güçlerine talep ettikleri geçiş haklarını vermemişti.
Zaten geçmişe bakıldığında da Orta Doğu krizleri, Türk-Amerikan ilişkilerinin
en problemli alanlarından biri olagelmiştir. 1 Mart Tezkere Krizinin
Türk-Amerikan ilişkilerindeki yıpratıcı etkisi sarih olmakla birlikte, işgalin
yarattığı direniş ve ABD’nin on
yıldan kısa bir sürede Irak’tan
çekilmesi, o dönemde dile getirilen “Amerikalılar
bir gün gider, biz komşumuz Irak ile baş başa kalırız” itirazının haklı bir
itiraz olduğunu da göstermiştir.

İşgalin yarattığı sistemik sonuçlar açısından
bakıldığında Türkiye, uluslararası sistemde bir orta boy güç olarak özellikle
son on yılda ortaya çıkan gevşek çok kutupluluk halinden bölgesel çıkarları
doğrultusunda faydalanmaya çalışarak, ABD ve Avrupa ile Rusya ve Çin arasında
dengeli bir pozisyon almaya gayret etti. Fakat, sürmekte olan Rusya-Ukrayna
Savaşı, Almanya başta olmak üzere büyük güçlerin savunma harcamalarında önemli
artışların yanı sıra karşıt blokların oluşumunu tetikleyerek uluslararası
sistemde sıkışmaya neden oluyor. Bu ortamda Türkiye’nin
izlediği denge politikası, ortaya çıkan bu sıkışma sonucunda sürdürülmesi daha
güç hale gelse de, henüz imkânsız hale gelmedi.


***** ***** ***** *****


“İşgalin Gölgesinde 20 Yıl”

Doç. Dr. Sinem Ünaldılar
Ege Üniversitesi

ABD’nin uluslararası hukuku ve BM Güvenlik Konseyi’ni hiçe sayarak, Avrupalı müttefikleri arasında derin bir çatlağa neden olarak ve önleyici savaş gibi yeni bir kavramı uluslararası ilişkiler literatürüne dahil ederek 2003 yılında gerçekleştirdiği Irak işgali, ABD’nin Ortadoğu politikalarını değiştirdiği gibi uluslararası ilişkilerin de geri dönülmez biçimde dönüşmesine neden olmuştur. Irak’ın işgali, Başkan Bush ve Yeni-Muhafazakâr (Neo-Conservative) ekibinin 11 Eylül saldırıları sonrasında İslam dünyasının demokratik yönetimler ve özgürlükler çerçevesinde dönüştürülmesi ve küresel terörizmin yok edilmesi stratejisinin de önemli bir parçasıydı. Fakat, popüler gündemde Büyük Ortadoğu Projesi olarak da isimlendirilen bu strateji ile hedeflenenin aksine ABD’nin işgali Ortadoğu’ya yıkım kaos, iç savaş ve şiddeti giderek artan terörizmi getirdi. Savaşı’n ardından Irak devletinin bozulan üniter yapısı, dağılan ordusu, zengin petrol kaynaklarının kontrolü ile ilgili rekabet ve mezhep çatışmasının derinleşmesi bütün bölgede 20 yıl boyunca devam edecek istikrarsızlık ve şiddeti de beraberinde getirdi. Dağılan Irak ordusunun ve sistemden dışlanan Sünni kabilelerin DAEŞ’in ortaya çıkmasındaki en önemli nedenlerden olduğu düşünüldüğünde Irak’ı işgali ABD’yi uzun yıllar sürecek bir çatışmanın içine çekmiş oldu. Bununla birlikte peşi sıra devam eden Afganistan müdahalesi, Irak Savaşı, Suriye iç savaşı ve DAEŞ ile mücadelenin ABD ekonomisinde yarattığı yükü de unutmamak gerekir. Dolayısıyla Obama dönemine gelindiğinde ABD daha önce kontrol etmek, dönüştürmek istediği Ortadoğu’dan çekilme politikasına dönmek zorunda kaldı. ABD bölgede güç kaybederken Rusya ve İran Ortadoğu’da etkin oyuncular haline gelmeye başladılar. Bu çerçevede Irak işgali, ABD’nin Ortadoğu’da giderek azalan güç ve etkisinin başlangıcı oldu.

Irak’a
Özgürlük Operasyonu, uluslararası sistemde bugün yaşadığımız dönüşümün de
başlangıç noktasıdır demek yanlış olmaz. Uluslararası ilişkilerde tüm olayların
kelebek etkisi gibi birbiriyle bağlantılı olduğu düşünülürse, Rusya ve Çin’in uluslararası sistemde söz sahibi olma konusunda
özgüvenlerinin artması ve hatta Rusya’nın
Ukrayna’yı işgalinde ABD’nin
Ortadoğu’da izlediği politikalar ile
kaybettiği güç ve prestijin etkisi büyüktür. Bununla birlikte Irak’ı işgaliyle
ABD uluslararası hukuku ihlal ederek ve BM Güvenlik Konseyi’ni
hiçe sayarak aslında İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi kurduğu sistemi
kendisi yıkmış, normatif güvenlik açısından uluslararası sistemin
güvenilirliğini sarsmıştır. Bölgeye özgürlük ve istikrar vaatleriyle gelen ABD’nin Guantanamo hapishanesinde yaptığı insan hakları
ihlalleri hem Avrupalı müttefiklerinin hem uluslararası kamuoyunun gözünde
önemli bir prestij kaybı yaşamasına neden olmuştur. Bu çerçevede ABD
uluslararası kamuoyunun gözünde yumuşak gücünün unsurları olan özgürlüklerin,
değerlerin ve sistemin koruyucusu rolünü tamamen kaybetmiştir.

Irak’ın işgali, Türkiye-ABD
ilişkileri ve Türkiye’nin bölge
politikaları konusunda da önemli değişikliklere neden oldu. İşgal öncesinde
ABD-Türkiye ilişkileri müttefiklik bağlarının güçlü olduğu bir zeminde
seyrederken Türkiye’nin 2003 yılında 1
Mart tezkeresini mecliste onaylamaması ve ABD’nin
bu nedenle işgal planlarını değiştirmek zorunda kalışı Türk-Amerikan
ilişkilerinde bir dönüm noktası oldu. Türkiye’nin
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra geçen 20 yılda yaşadığı sorunlarda, özellikle
Türkiye’nin terörizmle mücadelesinde bu kopuşun etkisi büyük oldu. Hatta 4
Temmuz 2003’te Süleymaniye’de yaşanan Amerikan
askerlerinin Türk askerlerinin başına çuval geçirdiği skandal, ilişkilerin dip
noktası olarak hafızalarımıza kazındı. Başkan Obama’nın
iktidara gelmesiyle ilişkiler kısmen yeniden rayına oturmuş gibi görünse de 1
Mart 2003’te TBMM’de kabul edilmeyen ve ABD askerlerinin Irak işgali öncesinde
Türkiye’de konuşlanmasını öngören tezkere sonrası ABD-Türkiye ilişkilerinde
yaşanan güven sorununun kalıcı hale geldiğini belirtmek gerekir. Bununla
birlikte Irak’ın bozulan üniter yapısı Türkiye açısından hem PKK ile hem de İŞID
ile mücadele uğruna ABD tarafından desteklenen PYD/YPG ile mücadeleyi de
beraberinde getirdi. Irak’ta yaşanan
güç boşluğu bölgedeki aktörlerin de dönüşmesine sebep oldu. Bu dönemde İran’ın
bölgede daha da güçlendiğini, Rusya’nın
Ortadoğu’da daha aktif olduğunu görüyoruz.
Bu çerçevede, ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından geçen 20 yılda Türkiye yanı
başında kaos yaşanan, devlet yapısı değişen, ekonomik zorluklara ve mülteci
akınlarına sebep olan işgalin faturasıyla boğuşmak zorunda kaldı.


***** ***** ***** *****


“Irak’ın İşgali Hangi Dinamik Tetikledi?”

Prof. Dr. Serhat Ahmet Erkmen
Altınbaş Üniversitesi

ABD’nin 2003’te Irak’ın işgali, beklenenin tersine Orta Doğu’daki etki sahasını genişletmedi. Aksine, özellikle 2003-2010 arasında Irak’taki konumunu koruyabilmek için bölge ülkelerine karşı tavizler vermesine neden oldu. Irak’taki Saddam Hüseyin Rejimi 1 aydan kısa süren bir kara savaşıyla devrilince o dönemdeki en büyük beklenti ABD’nin bölgede Irak’ı temel alarak büyük bir güç merkezi oluşturacağı, buradan İran ve Suriye başta olmak üzere diğer bölge ülkelerinde değişimleri tetiklemek üzere askeri ve politik baskı kuracağıydı. Oysa, tam da bu olasılık yüzünden İran gibi bölge ülkeleri ve Rusya gibi bölge dışı güçler ABD’nin Irak’ta başarısız olması için her türlü manevrayı yaptılar. Bunun nedeni Irak’ta istikrarın sağlanmasını istememeleri ya da İran ve Suriye gibi devletleri koruma arzuları değildi. Asıl mesele, ABD’nin dünyanın gözünün içine baka baka, kimsenin inanmadığı uydurma delillerle Irak’ta askeri kuvvet kullanarak kökten bir değişim süreci başlatmaya çalışmasıydı. Bu durum Orta Doğu başta olmak üzere başka bölgelerde de tek taraflı ve askeri güç kullanımına dayalı değişim süreçlerinin gündeme gelebileceği anlamına geliyordu. Fakat yine de ABD’nin Orta Doğu’daki tek taraflı değişim talebine/arzusuna en büyük darbeyi Irak’taki iç çatışmalar vurdu.

Haziran 2003’te, yani savaşın bittiğinin ilanından sadece
1 ay sonra ABD’nin Irak’ta kurmaya çalıştığı düzene karşı tek tük ve dağınık
olarak başlayan şiddet olayları, birkaç ay içinde sistematik hale geldi.
2004’ün başlarında artık Irak’ta ülkenin üçte birinden fazlasını kapsayan bir
alanda ABD ve desteklediği yeni hükümete karşı bir “Sünni
direniş” oluşmuştu. Başta sadece ABD ve Irak’ın yeni güvenlik güçlerine karşı
gerçekleştirilen saldırılar zamanla yerini mezhepsel çatışmaya bıraktı. Böylece
karşımıza 2005 yılı sonundan 2008 yılının son aylarına kadar süren mezhep
temelli bir iç savaş çıktı. Bu da ABD’nin Orta Doğu’daki enerjisini öylesine
tüketti ki, Bush yönetimi bırakın diğer ülkelerde kökten değişimlere yönelik
askeri operasyonlar gerçekleştirmeyi, mevcut pozisyonunu korumakta güçlük
çekti. Nitekim işgalden sadece 4 yıl sonra hazırlanan ve Orta Doğu’da ABD
siyasetinin değişmesi gerektiğini ileri süren Baker-Hamilton Raporu, Irak’taki
işgalin ABD’yi İsrail’den İran’a, Suudi Arabistan’dan Türkiye’ye kadar ne kadar
güç durumda bıraktığını anlatıyordu. Nitekim, 2011’de ABD, Irak’tan muharip
güçlerini çekmek zorunda kaldı. Sonrasında ise ABD’yi bir kaç yıl içerisinde
yeniden Orta Doğu’ya çeken IŞİD ortaya çıktı. Arap Baharı’ndan sonra Orta
Doğu’ya askeri olarak girmek istemeyen ABD, Irak’ın ve Suriye’nin önemli bir
kısmını ele geçiren bu terör örgütüne karşı tekrar Orta Doğu’da askeri güç
kullanımına başvurmak zorunda kaldı.

Irak’a Özgürlük Operasyonu’nun ABD’nin uluslararası
konumu ve küresel siyasal sistem üzerindeki yansımaları iki temel uzun vadeli
etki bağlamında tartışılabilir. Bunlardan birincisi, ABD’nin hegemon bir güç
iken bir imparatorluk gibi davranmaya başlaması onun sadece uluslararası
alandaki rakiplerini değil, aynı zamanda müttefiklerini de harekete geçirmesidir.
Tek kutupluluğun istikrar getiren bir nimet olduğu ya da olabileceği iddiası
1990lı yılların sonunda çoktan aşınmış olsa da pek çok ülke için yumuşak bir
hegemonun kanatları altında kalmak göreli kar sağlayan bir pozisyon olarak
görülüyordu. Buna karşılık, ABD’nin Irak konusunda Rusya ve Çin gibi
rakiplerinin dışında Almanya ve Fransa gibi müttefikleri ile BM üyelerinin
büyük kısmını da karşısına alarak tek taraflı kuvvet kullanımına gitmesi “tek kutupluluğun ve Amerikan hegemonyasının tartışılmaz
biçimde engellenmesi gereken bir durum” olduğu düşüncesinin yaygınlaşmasına
neden oldu.

İkinci etki ise özgürlük ve demokrasi kavramlarının nasıl
hayata geçirileceği tartışmasından doğdu. İşgalin öncesinde de özgürlüğün ve
demokrasinin bir diktatörü güç kullanarak devirme yoluyla elde edilebileceğine
olan inanç azdı. Fakat, ABD’nin Irak’ı işgalinin özgürlük değil çatışma,
demokrasi değil iç savaş ve iktidar paylaşımı sözcükleriyle süslenmiş bir kaos
getirmesi Asya’dan Latin Amerika’ya kadar Amerikan karşıtlığının artmasına
neden oldu. 2000li yılların ortalarına gelindiğinde Bush Yönetimi’nin Irak’ın
işgalinden sonra hangi ülkeye “özgürlük getireceği” tartışılırken demokrasinin
bir halkın içinden gelen taleplerle mi inşa edilmesinin doğru olduğu söylemine karşı
gerekiyorsa dışarıdan askeri müdahaleyle dayatılabileceği argümanı arasındaki
mücadele büyümüştü. Hatta, Büyük Orta Doğu Projesi olarak akıllara yer eden
kavramsallaştırmanın temelinde değişimin gerekliliği değil nasıl
gerçekleştirilebileceği vardı. Fakat, büyük projelerin ülkelerin kaderini nasıl
etkileyebileceğine ilişkin teorik tartışmalar Irak’ta ABD ve müttefiklerinin
askeri bir batağa saplanmasıyla bir süre sonra söndü.

Irak’ın işgali Türkiye’ye de pek çok açıdan yeni riskler
getirdi. Bir kere, işgal öncesi askeri hazırlıklar sürecinde yaşanan gerginlik
Türk-Amerikan ilişkilerinde kalıcı hasar bıraktı. Son 20 yıldır ABD Merkez
Komutanlığı (CENTCOM) ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında yaşanan gerginliğin
en kritik dönemecinin Irak’ın işgali olduğu söylenebilir. İkincisi Irak’ın
bölünmesi olasılığı uzak bir ihtimalden yakın bir olasılığa dönüştü. Bu durum
Türkiye açısından hala stratejik bir tehdit olarak algılanıyor. Her ne kadar
Türkiye ile Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında zamanla yakın ilişkiler
kurulmuşsa da kuzeydeki federe devletin bağımsız olma isteğine Türkiye
kesinlikle karşı çıkılmaya devam ediyor. Üçüncüsü Irak’taki istikrarsızlık ve
kaos bölgede terör örgütlerinin güçlenmesine neden oldu. Irak merkezi
hükümetinin çökmesi, IŞİD’le mücadele çerçevesinde yaşanan gelişmeler ve İran
yanlısı bir hükümetin ortaya çıkması PKK’nın Irak’taki etkinliğini kuzeydeki
dağlık alandan Sincar gibi Suriye sınırına daha yakın bölgelere yaymasına neden
oldu. Özetle;

ABDnin
Saddam Hüseyin yönetimini devirip, ülkeye istikrar getirme iddiasıyla başlayan
işgal ve ardından yaşananlar ne ülkeye istikrar getirdi ne de ABD
nin
bölgede kalıcı çıkarlar elde etmesini sağladı. Tersine, Irak
ta iki iç
savaş, bir ayrılıkçılık ilanı ve defalarca siyasi krizin yaşandığı zayıf ve
istikrarsız bir yapının oluşmasına yol açtı.

***** ***** ***** *****


“Yirminci Yıldönümünde Irak’ın İşgali ve Sonuçları”

Doç. Dr. Özlem Kayhan Pusane
Işık Üniversitesi

20 yıl önce 11 Eylül saldırıları ardından Afganistan ve Irak Savaşları başladığında Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin temel hatları henüz netleşmemişti. Böylesi bir belirsizlik ortamında 2003 yılında Irak’a girme kararı, ABD’nin tercihinin tek kutuplu bir düzen içerisinde gücünü dünyanın farklı bölgelerinde, özellikle de Orta Doğu’da, hissettirmek ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra daha da belirgin hale gelen üstünlüğünü sürdürmek yönünde olduğunu gösterdi. Ancak Charles Krauthammer’ın 1990’ların başlarında dediği gibi, tek kutuplu bir uluslararası sistemin er ya da geç sona erecek bir andan ibaret olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Her ne kadar “Irak’a Özgürlük Operasyonu” 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin gücünü kanıtlamanın ve o tarihten sonra karşısına çıkabilecek muhtemel tehditlerin en sert şekilde karşısında duracağının bir işareti olarak başlamışsa da aslında ABD’nin gücünün sınırlarının ortaya çıktığı bir süreç haline geldi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden Irak’a askerî harekât onayı çıkmaması, Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkeleri ile Suudi Arabistan ve Mısır gibi Orta Doğu ülkelerinin savaşa destek vermemesi, savaşın Irak’ta uzun süren bir istikrarsızlık ve şiddet döngüsü başlatması gibi gelişmeler, 2000’li yıllarda ABD’nin önemli müttefiklerinin desteği olmadan yapabileceklerinin sınırlarını ortaya koydu.

Bununla birlikte, Irak Savaşı
Amerikan halkını da ülkelerinin dünyanın çeşitli bölgelerindeki askeri varlığı
ile ilgili daha eleştirel bir pozisyona getirdi. 2006’da
Temsilciler Meclisi’nin Demokratlara
geçmesi ve daha da önemlisi 2008’de Barack
Obama’nın Irak’taki
ABD askerlerini geri çekeceği vaadiyle ABD Başkanı seçilmesi, Irak Savaşı’nın
önemli sonuçlarından oldu. Fakat gelinen noktada, Orta Doğu’daki
Amerikan askeri varlığına yönelik bölge halkının yoğun negatif algısı varsa da,
küresel gelişmeler ABD’nin bu
bölgeden tamamıyla çekilmesine bir süre daha izin vermeyecek gibi görünüyor.
Obama’nın 2011’de
Irak’tan Amerikan kuvvetlerini çektikten
sonra 2014’te bölgeye yeniden asker göndermek
durumunda kalması, Trump’ın ABD’nin Suriye’den çekileceğini açıkladıktan sonra bu kararı tam
anlamıyla uygulayamaması bu duruma yalnızca birkaç örnek. Mart 2023’te gerçekleşen
ve Suudi Arabistan ile İran arasında diplomatik ilişkilerin başlamasını
sağlayan Çin’in arabuluculuk faaliyetleri de bizlere ABD’nin
bir süre daha bölgede varlığını sürdürmek isteyeceğini düşündürüyor.

Irak’ta
yaşananları Türkiye açısından değerlendirirken başlangıç noktasını 2003 değil,
1991 Körfez Savaşı olarak almak daha geniş bakış açısı sunacaktır. Zira bölgedeki
gelişmelerin Türkiye’ye etkileri özellikle
Kuzey Irak’taki PKK varlığı ve Türkiye’nin terörle mücadelesi açısından devamlılık içeriyor.

1991 Körfez Savaşı’nın sonlarında
36. paralelin kuzeyinde oluşturulan uçuşa yasak bölge ile Iraklı Kürtleri
Saddam Hüseyin rejiminden koruma amaçlı kurulan güvenli alan, burada PKK’nın rahat hareket edebildiği bir yaşam alanına
kavuşmasına neden oldu. Körfez Savaşı’ndan sonra PKK eylemlerinin ve şiddetinin
Türkiye’nin terörle mücadele tarihindeki en
üst seviyeye ulaşması tesadüf değildi. Böylelikle 1999’da
Abdullah Öcalan’ın yakalanması ve Türkiye’ye getirilmesiyle
hedefine ulaşan ve 1990’lar
boyunca askeri yöntemlerin ağırlıklı olarak kullanıldığı terörle mücadele
sürecini bir anlamda Körfez Savaşı ve sonrasındaki gelişmeler şekillendirmiş
oldu. Öcalan’ın yakalanması ve PKK’nın tek
taraflı ateşkes ilanı sonrasında her ne kadar Türkiye’nin
terörle mücadelesi açısından bir başarı ortaya çıkmışsa da 2003 Irak Savaşı bu
alanda yine Türkiye’nin huzurunu kaçırdı.
Irak’ta savaşın yarattığı belirsizlikler
ile 1 Mart tezkeresinin reddiyle tescillenen Türkiye’nin savaş dışı pozisyonu,
PKK’yı daha önce ilan ettiği ateşkesi
2004’te sona erdirme kararına götürdü.
Savaşın başlangıcından 2008 yılındaki Türkiye-ABD anlaşmasına kadar TSK’nın
Kuzey Irak bölgesine askeri operasyon düzenleyememesi ve bu süreçte Türkiye’nin
PKK ile mücadelesinde ABD’nin desteğini alamadığını hissetmesi, Türk-Amerikan
ilişkilerini olumsuz yönde etkiledi. Bununla birlikte, gerek 1991 Körfez Savaşı
gerekse de 2003 Irak Savaşı’yla birlikte ABD’nin Iraklı Kürtlerle gelişen
ilişkileri ve Iraklı Kürtlerin ABD’nin Irak politikasında önemli bir yer
edinmesi, Türkiye’de ABD’nin bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurulmasını
destekliyor olabileceğine dair endişeleri arttırdı. Türkiye’nin Irak Savaşı’nda
ABD ile hareket etmemesinin ve savaş dışı bir pozisyon almasının her ne kadar
2000’li yılların başlarında hem AB hem de bölge ülkeleri ile ilişkilerine
olumlu yönde katkısı olsa da, bu süreçte Türkiye-ABD ilişkilerinde yaşanan
ciddi güven kaybı bugün bile etkisini sürdürüyor.

***** ***** ***** *****

Doç. Dr. Helin Sarı Ertem Medeniyet Üniversitesi

“Liberal İdealizmden Liberal Realizme: 20. Yılında Irak’ın İşgali ve Yeni-Muhafazakârlar”

Soğuk Savaş sonrası döneme “dünyanın en iyi demokrasi modeli” olma iddiasıyla damga vuran ABD’nin dış politika tarihi, söz konusu iddiayı destekleyecek sevaplar kadar, bu iddiayı boşa çıkaracak günahlarla da dolu. En büyük günahlarının başında ise Irak’ın işgali geliyor. 20 Mart 2003’te başlayan ve 10 yıl sonra, demokrasi ve istikrar vaatlerini yerine getiremeden sona erdirilen Irak’ın işgali, Amerikan hegemonyasına ve Gramşiyan anlamda bunu mümkün kılan uluslararası rızaya, ABD’nin kendi eliyle indirdiği en büyük darbelerden biri. 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreği biterken ABD hala bu kara lekenin etkilerinden kurtulmaya çalışıyor.

20 yıl
öncesine nazaran ne Irak ne de geniş Ortadoğu daha güvenli. Arap Baharı’nın
artçı sarsıntılarını yaşayan Libya ve Suriye’deki iç karışıklıklar henüz
nihayete ermiş değil. İran bölgede her zamankinden daha fazla yayılmış durumda.
Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail gibi geleneksel müttefikler, alternatif güç
odaklarıyla iş birliklerini geliştirmekte sakınca görmüyor. “Amerikan
istisnailiği” miti her geçen gün daha fazla kan kaybederken, Rusya ve Çin gibi rakip güçler
dünyaya kendi liderliklerini ilan etmenin yollarını arıyor. Tüm bunlar olurken,
Irak işgalinin mimarları Amerikan Yeni-Muhafazakârlarının Irak’a dair vicdan
muhasebesini, “amaç doğruydu, süreç
içinde herkes hata yapabilir” minvalinde geçiştirmesi kanaatimce mümkün değil. Zira
bahsettikleri bu hata, sonraki yıllarda ortaya koyulan Amerikan dış politika
pratiklerinde, ABD’nin küresel liderliğine olan iç ve dış inancı yitirme riski
dahil, önemli sonuçlar yarattı.   

Hatırlanacağı
üzere Amerikan Yeni-Muhafazakârları, PNAC (Project for the New American
Century
) gibi siyasi oluşumlar aracılığıyla, 11 Eylül saldırılarından çok
daha önce, 1998’de, kitle imha silahlarının engellenmesi ve Irak’ta Saddam
Hüseyin rejiminin devrilmesi gerektiğini savunmuştu. Irak başta olmak üzere
Ortadoğu’da ABD’ye müzahir rejimlerin yeniden inşasını adeta ilahi bir görev
addeden Yeni-Muhafazakârlar zaman içinde farklı kulvarlara savruldu. PNAC
kadrosu içinde yer alan Francis Fukuyama, daha savaş başlamadan müdahalenin
yanlış olduğunu söylemişti. PNAC’ın kurucularından Robert
Kagan ise, yaşanan uzun süreçte asıl sorunun müdahalenin kendisi değil,
müdahale sonrasında Amerikalıların yeterli kararlığı göstermemesi olduğunu öne sürmüştü. Bush’un güvenlik danışmanlarından Richard Perle
de benzer şekilde, rejim değişikliği fikrini doğru bulmakla beraber, devam eden
süreçte hatalar yaptıklarını kabul etmişti. Müdahalenin 2000’li yılların başındaki
en hararetli savunucularından, üçüncü nesil Yeni-Muhafazakâr Max Boot ise,
bugün gelinen noktada demokrasi ihracının yanlış bir fikir olduğunu ve Amerikan
gücünün sınırlarını öngöremediğini açıkça itiraf etmiş durumda.

Uzun ve
meşakkatli işgal süreci, binlerce insanın ölümü, Irak’ın harap olması ve devasa
bir prestij kaybının ardından ABD, sadece ideolojik anlamda değil, siyaseten de
bazı dersler çıkarmalıydı; nitekim çıkardı da. Liberal müdahaleci George W.
Bush ve Yeni-Muhafazakâr tayfanın yarattığı felaketin ilk etkisi, ABD dış
politikasının yeniden “görece izolasyonalist” bir yaklaşıma dönmesi olmuştu. Bu,
Kissinger’ın, meşhur Diplomasi kitabında “içe
kapanma” ile “müdahale etme”
arasında bir saat rakkası gibi gidip geldiğini öne sürdüğü ABD’nin, tıpkı
Vietnam’da olduğu gibi, Irak’ta da hata yaptığını fark edip, sorunlu
bölgelerden kendisini olabildiğince çekmesi sonucunu getirdi.

G. W.
Bush’un ikinci döneminde başlayıp, halefi Obama ile devam eden süreçte Amerikan
yönetimleri “bir dünya polisi” olmak yerine, “tepenin üstünde parıldayan bir şehir”, yani “model ülke” olmanın daha az masraflı ve daha güvenli bir
seçenek olduğuna kanaat getirdi. Obama’nın ardından gelen Trump
ve Biden da, ABD’nin ekonomik ve
askeri sınırlarının farkında olarak, ya Afganistan’da olduğu gibi sorunlu
bölgeleri apar topar terk etmek ya da Suriye’de olduğu gibi dış meseleleri
taşeron savaşçılar eliyle mümkün olduğunca dolaylı olarak yönetmek zorunda
kaldı.

ABD, bu
dikkatli ve görece uzaktan dengeleme tarzını hem 2010’da başlayan Arap Baharı
sürecinde hem de ABD’nin Irak işgalinin
sonuçlarından biri olarak doğan IŞİD terörizmiyle mücadelede uyguladı. Sonuç,
Esad rejiminin kimyasal silah kullanımına “kırmızı
çizgimizdir” dediği halde gerekli karşılığı veremeyen, Rusya’nın Kırım’ı
işgalini ekonomik yaptırımlarla geçiştiren, Ukrayna Savaşına doğrudan
müdahale etmeyen bir ABD ve onun zayıflamış imajı oldu.

Geri dönüp baktığımızda, Yeni-Muhafazakârların, dünyanın büyük bir kısmını
ABD
nin etrafında kenetleyen, 11 Eylül gibi travmatik bir mağduriyeti”, aşırı özgüven ve
kibirle giriştikleri Irak işgali ile yok ettiklerini ve ABD
yi pek çok coğrafyada güvenilmez” müttefike
dönüştürdüklerini söylemek mümkün.
Geçtiğimiz 20 yıllık süreçte liberal idealizmden
liberal realizme kaymak zorunda kalan ABD, küresel ve bölgesel sorunların
çözümünde belirleyici rolünü hızla yitirirken, yaşanan krizlerin acı
tecrübelerine yakından şahitlik etmiş Türkiye gibi müttefiklerin yola sadece
ABD’ye güvenerek devam edemeyeceği aşikâr.

Küresel liderlik rolünü sürdürmek istiyorsa, ABD’nin her şeyden önce çözmesi gereken ciddi bir güven sorunu var. Karşımızda duransa, içeride ve dışarıda büyük oranda yolunu kaybetmiş, ekonomik olarak zayıflayan, tarihte hiç olmadığı kadar kutuplaşmış bir ülke. Yeni küresel denge arayışları da hesaba katıldığında, Irak’ın işgalinin ABD’ye verdiği zarar, öyle kolay geçiştirilebilecek türden değil; belki de “sonun başlangıç noktası”.

***** ***** ***** *****


“Yirminci Yıldönümünde Irak’ın İşgali ve Sonuçları”

Doç. Dr. Özgün Erler Bayır İstanbul Üniversitesi

2003 Irak Savaşı’nın ABD dış politikası ve uluslararası sistem açısından son derece önemli ve dönüştürücü etkileri oldu. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dünya siyasetindeki sistemik değişimleri temel aldığımızda, 11 Eylül saldırılarının uluslararası sistemde adeta bir paradigma dönüşümüne sebep olduğunu söyleyebiliriz. Bu süreçte önce Afganistan, ardından da 2003 Irak Savaşı’nın gerek ABD dış politikasında gerekse de uluslararası alanda yol açtığı değişimlerin kalıcı etkileri yirmi yılı aşkın süredir uluslararası sistemde hissediliyor.

11 Eylül saldırılarından hemen iki yıl sonra ABD öncülüğünde, İngiltere,
Polonya ve Avusturalya’nın da desteğiyle gerçekleştirilen Irak Savaşı sistemde
bir kırılma yarattı. Bu kırılma başta ABD’nin dünya siyasetindeki konumu olmak
üzere, Orta Doğu bölgesinin istikrarı, Türkiye’nin güvenliği, uluslararası
ilişkilerin dinamikleri ve uluslararası hukuk açılarından geri dönülemez
etkilere yol açtı. Irak Savaşı ile, çeşitli açılardan aksaklıkları olmakla
birlikte yirminci yüzyıl boyunca süregelen “kurallara
dayalı uluslararası ilişkiler sisteminin” olumsuz anlamda değişmeye başladığını
ve küresel düzenin ciddi şekilde darbe aldığını söyleyebiliriz. 

Savaşın ardından Irak’ta yaşananların etkisi, ABD’nin yalnız Orta Doğu’ya
ilişkin siyasetini değil, genel olarak tüm dış politikasını etkileyecek düzeyde
oldu. Savaşı takip eden ilk yıllardaki gelişmeler, ABD açısından uluslararası
alanda zorlayıcı, yıpratıcı ve prestij azaltıcı sonuçlar doğurdu. Bu sonuçlar,
Soğuk Savaş’tan galip çıkmış olan ABD’nin 1990’lardan itibaren dile getirdiği
hegemonik güç iddiasını ve bunun diğer devletler tarafından kabul
edilebilirliğini ciddi şekilde zayıflattı. Uluslararası meşruiyeti son derece
tartışmalı olan Irak’a Özgürlük Operasyonu’ndan sonra “terörle
küresel savaş” adına yapılan uygulamalar, bireysel hak kısıtlamaları, başta Ebu Gureyb Hapishanesi
olmak üzere Irak’taki cezaevlerinde yaşananlar, uluslararası sistemin hegemon
gücü ABD’nin uluslararası normlarla uyuşmayan şekilde hareket ettiği görüşünün
yaygınlaşmasına ve dolayısıyla da itibar kaybına neden oldu. Uzun vadede
savaşın gerçek manada kazanılamamış olması bir yana, etkilerinin gerek bölge
açısından gerekse de küresel düzeyde istikrarı bozucu olduğu üzerinde fikir
birliğine varılan sonuçlardır. Küresel siyasal sistemde ayrıca demokrasi,
devletlerarası eşitlik, meşru-müdafaa ve normlara dayalı uluslararası ilişkiler
gibi ilke ve uygulamalar uzun vadede önemli ölçüde aşındı ve zarara uğradı.

Türkiye’de bilinen popüler adıyla Geniş (Büyük) Ortadoğu (Broader Middle
East and North Afric
a – BMENA) projesi kapsamında öne çıkartılan bölgeye
demokrasi götürüleceği ve evrensel değerlerin, insan haklarının
yaygınlaştırılacağına yönelik hedeflerin gerçekte yaşananlar ile uyuşmaması,
küresel siyasal sistemde demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerlere
duyulan güvenin de sarsılmasına sebep oldu. Bununla birlikte, Bush Doktrini ile
öne çıkartılan “Ya bizimlesiniz ya
teröristlerle!” şeklinde ifade edilen ayrıştırıcı bakış açısı, özellikle
Türkiye gibi bölge ülkelerinin dış politikalarını da önemli ölçüde etkiledi.
Geleneksel dış politika çizgisi olarak yirminci yüzyıl boyunca Batı dünyasıyla
ilişkileri ve Orta Doğu politikası arasında dengeli bir duruş sergileme ve
siyaset izleme çabasında olan Türkiye’yi özellikle 1Mart 2003 Tezkere Krizi
sonrasında yaşanan gelişmelerle çokça zorladı. Bu zorlayıcı etki şüphesiz en
çok da Türk-Amerikan ilişkileri açısından geçerli oldu. Öyle ki, Tezkere
Krizinin Türk Amerikan ilişkilerinde yarattığı olumsuz etki, 1960’larda Johnson
Mektubu’nun yarattığı olumsuz etkiye benzer bir durumu ortaya çıkarttı.

ABD, 2003te Irakta giriştiği savaşı
askeri olarak kazansa da Orta Doğu
da uzun vadede barışı kazanamadı.
Bölgede savaşın ardından yaşananlar mezhep ayrılıklarının gün yüzüne çıkması
gibi bir dizi istikrarsızlık unsurunu da ortaya çıkarttı.
Böylece ABD’nin
Ortadoğu bölgesine ilişkin politikalarını olumsuz şekilde etkilenmekle kalmadı,
dünya siyasetinde de önemli prestij kaybı yaşamasına neden oldu.