Türkiye İçin Barışçıl Dış Politika Geliştirmek: İki Stratejinin Hikayesi – Murat ÇEMREK
Türkiye’nin
1974’teki “Kıbrıs Barış Harekâtı” ya da ABD’nin 2001-2014 arasında yürüttüğü “Sürekli
Özgürlük Harekâtı” adlandırmaları bana Özdemir Asaf’ın mısralarını hatırlatıyor:
“Bütün renkler hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler”. Şöyle ki; George Orwell’in başyapıtı
1984’teki “Savaş barıştır, özgürlük
köleliktir ve cehalet güçtür” ifadelerindeki gibi, barış ya da özgürlük
kavramları kaderlerinden kaçamadıkları için manipüle edilerek zamanla gerçek
anlamı dışında kullanılan sözcükler (buzzword) haline gelmiştir.
Benzer
şekilde, Türkiye’de ilköğretimin başından lise sona kadar devam eden örgün
eğitim boyunca öğrencilere, ülkenin bir yarımada olarak üç tarafının denizlerle
(Karadeniz, Ege ve Akdeniz), dört tarafının ise düşmanlarla (hatta içerdekileri
saymazsak bile) çevrili olduğu ezberletilmektedir. Dolayısıyla realizmin,
sadece I. Dünya Savaşı’ndan sonra Sevr Antlaşması’yla harap düşen Osmanlı
İmparatorluğu’nun külleri üzerinde yükselen bir ülkede değil, aynı zamanda bu
ülkenin Uluslararası İlişkiler öğrencileri arasında da popüler olması şaşırtıcı
değildir. Türkiye, hiç dostun olmaması anlamına gelen öz-yardım (self-help)
dünyasında “Dostunu yakın, düşmanını daha yakın tut” bilge sözünün ikinci
yarısını coğrafî olarak tam anlamıyla uygulamaktadır. Her taraftan düşmanlarla çevrelenmiş
olmasına rağmen, bir gurur vesilesi görülen Türkiye’nin eşsiz jeostratejik
konumu, ülkeye Batı ile Doğu veya 2016’daki darbe girişiminden sonra birçok
kamu mülkü gibi adı değiştirilen 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’ne dönüştürülen
Boğaziçi Köprüsü’nde somutlaştığı gibi, en azından Asya ile Avrupa kıtaları
arasında bir köprü görevi görme konusunda altın bir fırsat sağlamaktadır.
Öte yandan köprü
olmak, mecazî anlamda bile, Edward W. Said’in otobiyografik eseri Yersiz
Yurtsuz: Anılar (Out of Place: A Memoir)’da ifade ettiği gibi hiçbir yere
ait olmamayı ifade eden bir lanetti. Yine de bu, Türkiye’nin görece ülkedeki
barışçı ortamını koruyarak bölgesel ve küresel barışı gerçekleştirip, Atatürk’ün
“Yurtta sulh, cihanda sulh” deyişiyle her zaman tetikte olmasını sağladı.
Unutulmamalıdır ki, Atatürk kendi mottosuna rağmen Hatay örneğinde olduğu gibi statüko
siyasetine aldırış etmedi ve gerekirse savaşın bir seçenek olabileceğini
gösterdi. Özetle, savaş açıktan ya da örtülü olarak her zaman masadaki
seçeneklerden biri olmasına rağmen, dış politika Türkiye’de çoğunlukla barışla
eş tutulmaktadır. Bu nedenle, dış politika, özünde içeriğinden daha heybetli tınlayıp
diğer siyasalardan (policy) biri olmasına rağmen, örneğin savunma veya
ekonomi politikalarını şekillendirmesiyle genel olarak iç siyasete (domestic
politics) hükmetmede bile, daha büyük bir role sahiptir. Bu yapısal
ayrıcalık, dış politikayı ulus-devletler, onların dışişleri bakanlıkları ve
hatta uluslararası kuruluşların yanı sıra artan sayıdaki aktörlerle karar alma
ve uygulama süreçlerini üstlenirken küreselleşmeyle gelen derinleşme sayesinde daha
büyük bir gölgeye sahip kılmaktadır.
Bu noktada “şeytanın
avukatı” genelde dış politika özelde de Türk Dış Politikası için gerçekten
barışçıl olmamız gerekip gerekmediğini sorgulayabilir. Geçen yüzyılın başındaki
Savaş Bakanlıklarının sadece isimlerini Savunma Bakanlıkları olarak değiştirip
işlevlerini değiştirmezken, silah satışına birinci mesele olarak dikkat kesilen
ulus-devletlerin önemli bir özelliği haline gelen askeri-sanayi kompleksin ve barış
dolu günlerde bile savaş davullarının hiç susmadığından bahsedebilir. Soğuk
Savaş yıllarında iki dünya savaşına kıyasla düşük profilli çatışmalar ve göreceli
küçük savaşlarla listeyi uzatabilir. Buna karşılık, liberal bir bakış açısıyla,
‘tüm savaşlar son kertede iç savaşlardır çünkü insanlar tarafından insanlara
karşı yürütülürler, bu yüzden kardeşler arasındaki kan davasını sona erdirmek
için elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız’ diyebiliriz. Bu nedenle dış
politikanın özü, savaş koşullarında bile diplomasiyle ulusal, bölgesel ve küresel
ölçekte barışı gerçekleştirmektir. Diyalektik olarak savaşlar bize Çin vazosu
gibi kırılgan barışın değerini öğretir ve bu yüzdendir ki zücaciye önünde her
zaman gözümüzün üstünde olması gereken filler vardır. Clausewitz savaşı daha
geniş ölçekte bir düello olarak tasvir etse de ben ırkçılık gibi insanlığın uzun
erimli hastalıklarından biri olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Clausewitz’in
“savaş…sadece siyasî bir eylem değil, aynı zamanda gerçek bir siyasî araç,
siyasî ilişkinin devamı, aynı şeyi başka yollarla gerçekleştirmektir” tanımının
izinden giderek, aynı amaçlara ulaşmak için savaş yerine pek tabi barış
yerleştirilebilir. Kısaca barış, bizi canavarlara dönüştüren ve insanî
özelliklerimize zarar veren savaş koşullarının meydan okumasından ziyade
insanın özgürlükten başlayarak insanî özelliklerini geliştirebileceği ontolojik
ortamdır.
Peki Türkiye
nasıl barışçıl bir dış politika geliştirebilir? Özellikle, yukarıda açıklandığı
üzere, barış ontolojik olarak kırılgan ve dış politika her zamankinden daha
karmaşık hale gelirken. Cevabım basitçe, Türkiye’yi tüccar ülkeye (trading
state), Türk halkını da iş-ulusuna (business nation) dönüştürmektir.
1980’lerden beri, Türkiye Güney Kore’nin mucizevî örneğine dönüşemezken, dünya
demografisindeki nüfus payına paralel küresel GSYİH’nın neredeyse yüzde birini
zar zor üretti. Bu nedenle Türkiye karar alma ve uygulama süreçlerinde ne kadar
ekonomik bir bakış açısı geliştirebilirse, her alanda ve her sektörde politika
oluşturmada o kadar rasyonaliteyi esas alır hale gelecektir.
Rakamlara
dayalı her şeyi ölçebiliriz ve ölçülebilir her şey kontrol edilebilir. Daha
önce bir hata yaptıysak bu da kontrollere açıktır. Tarihsel olarak her devlet,
kendi meşruiyetini sağlamak ve böylece hayatta kalabilmek için, güvenlikten
sonra, vatandaşlarının refahını sağlamalıdır. Bu nedenle, vergilerden elde
edilen refahı tüm topluma adil şekilde dağıtmak için devleti bir ‘hayır kurumu’
gibi görmenin bir anlamı vardır. Bununla birlikte, Wallerstein’ın “uzun 15.
yüzyıl”ından beri kapitalist bir ortamda tüm işlevlerini yerine getirmek
zorunda olan devlet için kâr maksimizasyonu yapmamak bir paradokstur. Böyle bir
bağlamda, herhangi bir devlet, makroekonomik formüldeki gibi sonunda sıfıra
eşitlemek yerine, mikroekonomide olduğu gibi kârını artırmayı dört gözle
bekleyecektir. Kâr maksimizasyonu yapan bir ticaret devleti, kısa vadeli
kazançlardan ziyade uzun vadeli faydalara daha fazla dikkat edecek ve bu
nedenle, toplam enerjisini sınırlı güç ve yeteneklerinin ötesinde bölgesel ve
ekonomik sorunlarla tüketmek yerine, bu faydaları önce komşularına sonra tüm
dünyaya yaymak için elinden gelenin en iyisini yapacaktır.
Türkiye orta
ölçekli ve bölgesel bir güçtür ancak enerjisinin çoğunu bölgesel veya küresel
sorunlara çözüm bulmak için aşırı derecede tüketmektedir. Örneğin, Türkiye’nin
Suriye’deki iç savaştan kaçan insanlara ‘açık kapı’ politikası sadece ekonomik
olarak değil, sosyal ve politik anlamda da pahalıya mal olmuştur ve olmaya da devam
ediyor. Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ifade ettiği üzere
-hükümet olarak- kırmızı çizgileri en fazla 200 bin mülteciyi kabul etmek iken
Türkiye, bugün ekonomisine dramatik bir yük getiren ve ülkenin demografik
yapısını dönüştürüp yabancı düşmanlığının da artmasıyla toplumsal uyumu zedeleyen,
Afganlar bir yana, yaklaşık 4 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapmaktadır.
Türkiye
ekonomisini geliştirdikçe pastayı büyütebilir ve sorunlarını en aza
indirebilir. Türkiye, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk on yılında, ticaret
devletini yükseltip daha fazla yabancı yatırım çekerek 2004’te adaylığının
kabulüyle Avrupa Birliği’ne olası üyeliği sayesinde kapılarını dünyaya daha
fazla açarak başarılı olabileceğini zaten kanıtlamıştır. Türkiye’nin, hiçbir
sonuç getirmeyen “Dünya beşten (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimî
üyesi beş ülke) büyüktür” ağır retoriğinden ziyade küresel siyasette sağlam
etkilerinin olacağının test edilmiş ve onaylanmış yolu budur.
Türkiye
diplomasiye daha fazla önem vererek barışçıl bir dış politika geliştirebilir. Dünya
çapında büyükelçilik sayısında Türkiye beşinci ülkedir ve bu iletişim ağlarını
sadece sayıca ve personel olarak artırarak değil, aynı zamanda daha fazla dış
ticaret için irtibat bürolarına dönüştürerek geliştirme zamanı gelmiştir. Türkiye’nin
mekik diplomasisi çabaları, İsrail ile Filistin arasında dürüst bir
arabuluculuk anlamında meyve vermemesine ve hatta çeşitli ihtilaflar nedeniyle
uzun süredir Türkiye ve İsrail büyükelçilerinin karşılıklı çekilmesine rağmen, İsrail
Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’un Türkiye ziyaretinden kısa bir süre sonra karşılıklı
büyükelçi atamalarının ardından iki ülke ilişkileri hızla düzelmeye başladı. Ayrıca,
Türkiye’nin daha önce Suudi Arabistan veya Birleşik Arap Emirlikleri ile
gerginleşen ilişkileri, her iki tarafın da samimi çabaları sayesinde mesafe
aldı. Müntehi ama ehemmiyetle, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın
hem Rus hem de Ukraynalı mevkidaşlarıyla kişisel ilişkileri, bu ülkeler
arasında devam eden savaşa rağmen tahıl koridoru anlaşmasının yolunu açmış ve
hatta Türkiye’nin olası bir barış ya da en azından ateşkes için rol
üstleneceğinin sinyallerini vermiştir. Türkiye diplomatik potansiyelini geliştirdikçe yumuşak güç istidatlarını
pekiştirmek daha mümkün hale gelecek ve yukarıda bahsedilen rasyonalite
sonrasında Türkiye akıllı güce (smart power) yönelecektir. Çin
ile ilişkilerini bozmadan Batı ile ilişkilerini iyileştirmesi Türkiye’nin
yararına olacağı gibi, küresel ekonominin bir diğer potansiyel aktörü Hindistan
ile daha fazla ilişkiler geliştirmesi de avantajlar getirecektir.
Soğuk Savaş’ın
sona ermesinin ardından Türkiye; Kafkaslar, Balkanlar ve elbette Ortadoğu’daki
çeşitli etnik çatışmalar ve kanlı savaşların ortasında bir barış vahası olarak
yükselmişti. Türkiye, bu yazıyı hazırlarken, Cumhuriyetin kuruluşunun 99. yıl
dönümünün arifesindeydi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhuriyetin gelecek
yüzyılını “Türkiye Yüzyılı” olarak ilan etmekteydi. Daha önce Soğuk Savaşın
hemen ardından dönemin Cumhurbaşkanları Turgut Özal’dan “21. yüzyıl Türk asrı
olacak” ve Süleyman Demirel’den “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Dünyası” ifadelerini
duymuştuk. Fakat bu yüzyılın neredeyse çeyreği sona ererken bu tür görkemli söylemlere
paralel belirgin kayıtları kanıtlayacak bir ipucu bile henüz görünmüyor. Sonuç
olarak, Türkiye’nin barışçıl dış politikası hakkında konuşulacaksa, Türkiye
daha fazla diplomasi ile ticaret devleti haline gelmelidir.
Prof. Dr. Murat Çemrek, Necmettin Erbakan Üniversitesi
Prof. Dr. Murat Çemrek, Necmettin Erbakan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesidir. Lisansını ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde, yüksek lisans ve doktorasını Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde, doktora sonrası araştırmasını Budapeşte Koleji: Yüksek İhtisas Enstitüsü’nde tamamlamıştır. Küreselleşme, Türk Dış Politikası ve Ortadoğu, çalışma alanlarıdır.
Bu yazıya atıf için: Murat Çemrek, “Türkiye İçin Barışçıl Dış Politika Geliştirmek: İki Stratejinin Hikayesi” Panorama, Çevrimiçi Yayın, 21 Mayıs 2023, https://www.uikpanorama.com/blog/2023/05/21/mc-4/
Bu görüş yazısı, ‘Foreign Policy for the 21st Century; Peaceful, Equitable, and Dynamic Turkey’ başlıklı proje kapsamında Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği tarafından Uluslararası İlişkiler Konseyi ve Global Akademiye sağlanan destek çerçevesinde hazırlanmıştır.
Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.