Oppenheimer, Nolan ve Savaşları Bitiremeyen Silahlar – M. Evren Eken


21 Temmuz 2023’te
vizyona giren “Oppenheimer”, Amerikan Prometheus’u olarak anılan ünlü
fizikçinin hayatı, başarıları, ikilemleri ve düşüşü üzerine kurulu,
Uluslararası İlişkiler öğrencileri için de mutlaka izlenmesi gereken filmler
arasında yer alacak eşsiz bir “blockbuster”[1].
Üç saatlik kompleks bir diyalog maratonu olan “Oppenheimer”, izleyiciden tarih
ve fizik gibi konularda belirli bir önbilgiye sahip olmasını bekleyen talepkar
da bir film. Atom bombasının icat edilişi sürecini anlatırken, Soğuk Savaş Amerikası’nın
siyah-beyaz bakış açısını da Robert Oppenheimer’ın başdüşmanı olan Lewis
Strauss gibilerinin gözlerinden aktaran filmin her sahnesi tarihsel kişilikleri
canlandıran eşsiz oyunculuklara ve birkaç sahne dışında (48 yerine 50 yıldızlı
Amerikan bayrakları gibi) -bildiğimiz kadarıyla- tarihsel olayların ustaca
senaryolaştırılmasına dayanıyor. Nolan’ın gerçekçilik için CGI (Computer
Generated Imagery) kullanmamasıyla atom bombasının gerçek ürkütücülüğünü verip
verememesi ise başka bir tartışma konusu.

Ancak bir popüler
kültür aracı olmasının dışında, filmi biliminsanları ve özellikle de
Uluslararası İlişkilerciler için tekrar tekrar sorgulamayı gerektiren son
derece sofistike konuları ele aldığı için önemli kılan pek çok tema mevcut.
Zira ne Oppenheimer’ın renkli, başarılı ancak depresif ve politik dünyasını, ne
de uluslararası siyasetin ahlaki ve güvenlik ikilemlerini kolaycı bir iyi-kötü
mücadelesiyle cevaplamak mümkün. Chris Brown’un da ifade ettiği gibi eğer dünyayı siyah-beyaz olarak görmek
istiyorsanız, eski bir televizyon satın alın
. Muhtemelen Nolan’ın filmin belirli sahnelerini siyah-beyaz olarak
çekmesinin ardında da dünyayı bu zıtlıklara bürünmeye zorlayan bir bakış
açısını dramatize etme amacı yatıyor. Keza filmin en heyecanlı kısmı olan
üçüncü saatinde FBI Başkanı Hoover ve Senatör McCarthy döneminin insanları ve
olayları siyah-beyaz olarak fişleyen katı bakış açısının ülkenin kendi
kahramanlarını nasıl dışlanmış paryalara dönüştürdüğünü izliyoruz. Dahası bu
durum yalnızca Oppenheimer’ın başına gelmiş bir durum da değil. Söz gelimi Nazi
yönetimindeki Almanya’dan istemeye istemeye ayrılan Einstein’ın, Princeton’dan
gelen teklifi kabul ederek hemen Amerika’ya gittiğini düşünüyorsanız
yanılıyorsunuz. Hoover, Einstein ve eşine vize
verilmesini zorlaştırmak için elinden geleni yapmış
ve komünist olup olmadığını anlayabilmek
için onu da neredeyse aşağılayıcı bir sorgulamaya maruz bırakmıştı
.

Filme
Uluslararası İlişkiler dünyasından bakmak için ise Amerikan Prometheus’unu ve
dehşet verici silahlar bulmanın güvenlik sağlayacağına dair ikilem ve hayalleri
mitolojideki bağlamı ve tarihteki benzeri örnekleriyle tekrar düşünmek faydalı
olacaktır.

Mitolojide cevabı
bulanık kalıp şehir efsanesine dönüşen, hatta pek de sorgulanmayan bir soru
vardır: İçinde tüm kötülükleri barındıran kutuda neden umut bulunmaktadır?
İnsan kullanımına yasak olan ateşi çalarak insana armağan ettiği için
Prometheus’a kızan Zeus hem ona hem de insanlara bir tuzak kurar. Prometheus
bir dağın başına zincirlenerek güneşin altında kızaran bedeni her gün
iyileşecek ve her gün yine kartallar tarafından delik deşik edilecektir.
İnsanlar ise Pandora’nın kutusundan çıkacak olan kötülüklerle sınanacaktır. Bu
amaçla Prometeheus’un kardeşi Epimeteheus’la evlenmesi için gönderdiği
Pandora’ya çeyiz olarak Zeus açmamasını emredeceği bir kutu verir. Ancak ne
abisinin sözünü dinleyen Epimetheus Pandora’dan uzak durabilir ne de Pandora
kendini merakından alıkoyabilir. Kutu açıldığında ise insanlık hiç tanışmadığı
kötülüklerle karşılaşır. Fakat aynı kutudan umudun da çıkması bir çelişkidir.
Tüm zorluklara rağmen umut insanlara dayanma gücü sağlar. Bu anlamda umut iyi
bir şeydir. Öte yandan insanların zorluklara dayanma gücünü artıran umut, tüm
kötülüklere karşın sahte beklentilerle fasit bir dairede yaşamlarını
sürdürmeleri için de kutuya yerleştirilmiş olabilir mi? Literatürde bu konudaki
tartışmalar halen devam etmektedir. Benzer şekilde hem Oppenheimer hem de
silahlanma ve kalıplaşmış umutlar için siyah-beyaz bir cevap verebilmek bugün de
pek kolay değil. Her ne kadar Oppenheimer tek başına atom bombasının mucidi
olmasa da dönemin en başarılı bilim insanlarını bir araya getirerek, 6000’i
aşkın insanın çalıştığı Manhattan Projesi’nin başındaki isim olarak
uluslararası ilişkilerin halen en önemli sorunlarından biri olmaya devam eden
nükleer silahların ahlaki çelişkilerle dolu babası olarak anılmakta. İşte bu
çelişkileri, vicdan azabı ve eleştirel tartışmalara katkısı bugün Oppenheimer’ı
yeniden düşünmemizi gerektiriyor.

Sözcük anlamı
açısından baktığımızda Prometheus “uzak görüşlü”, Epimetheus ise “dar/kısa
görüşlü” anlamına gelir. Bu açıdan Amerikan Prometheus’u olarak anılan
Oppenheimer’ın da insanlığı ve bilgeliği dehasıyla sınanır. Atom bombasının
yapım ve kullanım süreci onun için çelişkilerle doludur. Silah yapılmalıdır. Bu
Oppenheimer için aynı zamanda bir araştırma projesidir. Dahası o günün koşullarından
baktığımızda Almanların silahı Amerikalılardan önce icat etmesi bir felaket
olacaktır. Ancak Almanlar Mayıs 1945’te teslim olmuşsa da Pasifik’teki durum
daha karmaşık bir hal almıştır. Japonlar kazanmaları imkânsız bir savaşı irili
ufaklı tüm adalarda sürdürmektedir. Bu adaların tek tek ele geçirilmesi
konvansiyonel olarak mümkün olsa da son derece masraflı ve zaman alıcı bir
süreçte yaklaşık 200.000 Amerikan askerinin kaybını da göze almayı
gerektirmektedir. Öte yandan Sovyetler Birliği ile bu konuda yapılacak bir
ittifak, Berlin’de ortaya çıkacak karmaşık bir alan mücadelesinin Pasifik’te de
meydana gelmesine neden olacaktır. Japonya’ya yönelik tarihsel hedefleri olan
Rusya’nın bugün bile sorunlu olan Sahalin ve Kuril’in güneyine inerek Pasifik’e
açılmaması ve Avrupa’da savaş sonrası düzen için daha fazla koz elde etmemesi
gerekmektedir. Bu sebepler arka arkaya sıralandığında Amerikan bakış açısıyla
atom bombasının dehşetinin gözler önüne serilmesine karar verilir. İlk bombanın
maksimum psikolojik etkiyi vermesi için erken saatlerde, dümdüz bir şehir olan
Hiroşima’ya atılması tercih edilir. Hiroşima bu psikolojik etki için henüz hiç
bombalanmamıştır. Bombayı askeri bir hedef için kullanmak, insanları önceden
uyarmak, sahilde patlatmak gibi üçüncü seçenekler üzerinde durulmaz bile. 6
Ağustos 1945’te Hiroşima, üç gün sonra ise Nagazaki yerle bir olur. Esas
kayıplar ilk gün yaşansa da bombaların etkisiyle gerçekleşen ölümler günler,
haftalar hatta aylar sonra devam etmektedir. Isının etkisiyle eriyip
kemiklerinden ayrılarak tamamen yok olan canlıların sayısı hala
bilinmemektedir. Tahmin edilen rakam 200.000’in
üzerindedir.
Sahadan gelen
fotoğraflar uzun süre kamuoyundan saklanmış olsa da bugün bile atom bombasının
bedenlere yaptığı dehşet verici fotoğraflara ulaşmak ve tahammül etmek pek
mümkün değildir. Bu dehşetin ardından Japonya diz çökmüş, Amerika süpergüç,
Oppenheimer ise kahraman olmuştur. Amerikan Prometheus’unun içine düştüğü
ikilemleri Nolan filmde güçlü bir şekilde aktarmış. Ancak filmde geçmeyen bir
anekdottan bahsetmek gerekirse, bombanın atılmasından önce sekreteri Charlotte,
Oppenheimer’in histerik bir şekilde “zavallı insanlar, zavallı insanlar” diyerek
kendi kendine konuşarak yürüdüğünü aktarmaktadır.

Savaşın ardından
Oppenheimer’in Truman ile yaptığı görüşme ise Prometheus ve Epimetheus
arasındaki keskin farkı gösterebilmek açısından önemlidir. Ufukta gördüğü
nükleer silahlanma yarışına ilişkin sorunları işaret etmek isteyerek ellerinde
kan olduğunu hissettiğinden yakınan Oppenheimer’a, lakayt bir şekilde elindeki
beyaz mendili sallayan Amerikan Epimetheus’u Başkan Truman, emri kendisinin
verdiğini söyler. Rahat, kendinden emin ve çelişkisizdir. Yarıda kesilen
görüşmede Truman, Oppenheimer için yanındakilere “bu ağlak adamı” bir daha
görmek istemediğini söyler. Oppenheimer ise ortaya çıkardıkları bu gücün
denetlenmesi ve hatta hidrojen bombasının yapılmasına gerek olmadığını
vurgulamaya çalışmaktadır. Bunun ardından Oppenheimer’ın nasıl aforoz edildiği
ve sürecin nasıl işlediği de malumumuz.

Her silahlanma
bir güç tesisi ve güvenlik temini zannı ortaya çıkartır. En güçlü ve en dehşet
verici silaha sahip olarak kendi düzenini ve sulhünü tesis etme amacının ise
sonu gelmez. Ölümsüzlük iksirini ararken icat edilen barut ve Alfred Nobel’in
dinamitine dair tarihte geliştirilen bakış açıları bu konudaki en bilinen
örneklerdir. Hatta Nobel, dinamitin dünya barışına
fayda sağlayacağını bile düşünmektedir
. Ancak Samuel Colt’un 1831’de icat ettiği ilk altıpatlar, sonradan “barış
yapıcı/peacemaker”a dönüştüğünde ya da Maxim’in 1884’te bulduğu ilk makineli
tüfek olan “Maxim Gun” kullanıma girdiğinde de silahların barış aracı
olduklarına dair benzer bir akılcılaştırma çabası belirmiştir. Söz gelimi New York Times 1897’de Maxim’in icadından “savaşın dehşet verici otomatik
motorları” olarak bahsederek bu silahın kendi başına varlığının dahi dünya
liderlerini savaşları diplomatik olarak çözmeye ikna edeceği önermesinde
bulunur. Hatta Colt’un altıpatlarına takılan lakaplardan biri de “Yargıç Colt ve Onun Altılı Jürisi”dir. Çünkü üstün ateş gücüne sahip olanın hem yargıç hem
jüri olarak “Vahşi Batı”yı “ehlileştirebileceğine” dair bir güç algısı belirir.
ABD’nin Vietnam’dan Teröre Karşı Savaş’a tüm savaşlarda benimsediği benzer
söylemler yaygınlığını bugün de sürdürmektedir. Bir Amerikan disiplini olmakla
eleştirilen Uluslararası İlişkiler’in de disipline etmeye çalıştığı benzer
düşünme alışkanlıklarını bu yüzden yeniden yorumlamamız gerekmektedir.

Zira bu güç
algısında sosyal alan ve onun etki tepki süreçleri hesaba katılmaz. Sayısallaştırılan
veriler sürtünmesiz bir ortamda simüle edilir. Yanılsamalar dünyasının netliği,
gerçeği kendine göre şekillendirir. Gereksiz silahlar, gereksiz savaşlar,
gerekli amaç duygusuyla umut olarak verilir. Einsehower’ın bile yakındığı
askeri-endüstriyel kompleks dünyayı ve dünyaya bakışı manipüle eder. Oysa büyük
güçler açısından şiddet araçlarının monopolü de entropiktir ve bu yüzden her
silahlanma dağılma, çözülme ve yayılmaya açıktır. Ancak Amerikan Epimetheus’u bunu
öngöremez. Oppenheimer’a Rusların hiçbir zaman nükleer silaha sahip olamayacağını
ve bunun Amerikan istisnailiğinin bir parçası olarak kalacağını söyler. Ne var
ki güvenlik ikilemi böylelikle kaçınılmaz bir fasit daire halini alır. Aynı
mantıkla nükleer silahların yayılmasıyla meydana gelen güvenlik ikilemi ve
dehşet dengesinin Soğuk Savaş sürecince bu silahların kullanılmamasını
sağladığı tartışılabilir. Ancak Liddell Hart’ın ifade ettiği gibi
bu silahlar bir caydırıcı araç olamadıkları gibi dünyanın her yerinde küçük
savaşların en vahşi örneklerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur
. Kısacası savaşları daha üstün silahların
caydırıcılığının ve dehşetinin bitirebileceği düşü eski ve gerçekleşmeyen bir
beklentidir. Nükleer tehditlerin yeniden yapıldığı, yapay zekâ ve otonom
silahların alternatif olarak sunulduğu, yer yüzünün kaydedilen en sıcak
günlerini yaşadığımız bu günlerde “Oppenheimer”i izlemek zihin açıcı olabilir.
Zira gücü ve güçsüzlüğü silahlar değil, insan ve canlı dünyasının bütünü ve
yarını üzerinden düşünmek, renklerle kamufle edilse de giderek siyah-beyazlaşan
zihinsel dünyalarımız için son derece gerekli.


[1] Blockbuster
aslında sonradan Hollywood’ta kullanıma giren askeri bir terim. Birleşik
Krallık Hava Kuvvetleri’nin kullandığı yüksek tesirli bombalara bu ismin
verilmesinin sebebi bir sokak boyunca ya da bloktaki tüm yapıyı yok etme
gücünden kaynaklanıyor. Bu kavramın eğlence sektöründe kullanılması ise büyük
caddeler ve mahalleler çapında insanın sinemaya gitmesini sağlamasından ileri
geliyor.


Mehmet Evren Eken, Süleyman Demirel Üniversitesi

Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisâdî ve İdarî Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmaktadır. Temel ilgi alanları arasında Savaş Çalışmaları, Toplumsal Teori, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Eleştirel Jeopolitik ve Görsel Kültür bulunmaktadır.


Bu Yazıya Atıf İçin: Mehmet Evren Eken, “Oppenheimer, Nolan ve Savaşları Bitiremeyen Silahlar”, Panorama, Çevrimiçi Yayın , 12 Ağustos 2023, https://www.uikpanorama.com/blog/2023/08/12/mek/


Telif@UIKPanorama. Çevrimiçi olarak yayımlanan yazıların tüm telif hakları Panorama dergisine aittir. Aksi belirtilmediği sürece, yayımlanan yazılarda belirtilen görüşler yalnızca yazarına/yazarlarına aittir. UİK, Global Akademi, Panorama Yayın Kurulu ile editörleri ve diğer yazarları bağlamaz.